Meşru çerçevede tasavvufu tarif etmek icap ederse, tasavvuf, tezkiye-i nefs ve tasfiyeyi kalptir. Nefs-i emmarenin tezkiye edilmesi ve kalbin günahlardan, nefsin kötü arzularından arındırılması ve saflaştırılmasıdır. Bunun yolu Allah’ı zikretmekten, zühd ve takva ve üzere bir hayat tarzından geçer. Tasavvufta amaç, Allah’a muhabbet ve ibadet, mahlûkata merhamet ve hizmet etmektir.

Nedviler’in yaptığı yerinde bir tanıma göre, tasavvuf “batıni fıkıh”tır. Nasıl ki fıkhın kuralları gündelik hayatımızın İslami hükümlere, yani Kuran ve Sünnet’e, kısaca Münzel Şeriat’e göre yürümesini sağlıyorsa, manevi hayatımızın, iç dünyamızın ve seyr-ü sülukumuzun da yine Kurana ve Sünnet’e göre şekillenmesini sağlayan da tasavvuftur. Zahiri fıkıh ile Batıni fıkıhın ortak zemini Kur’an ve Sünnet, ana çerçevesi Şeriat’tır. Şeriat’ı önemsizleştiren hiçbir tasavvuf, düşünce veya felsefe İslami değildir. Yunus’un “Şeriat korucudur Hakikat ordusunda”; İbn Arabi’nin “Şeriat Hakikat’ın kabuğu değil kendisidir. Hakikat’e nüfuz etmek için Şeraiat’e nüfuz etmek lazım” dediği rivayet edilmiştir.

Diğer disiplinler gibi tasavvuf da suiistimallerden uzak değildir ve bundan hali olmamıştır. Bu konuda bizim bilginlerimizin koyduğu kurallar vardır. Mesela İmam Gazali, “Bir adamın bir dağdan öbür dağa uçtuğunu görsen bile, eğer 5x5=25 demiyorsa, o davasında hak sahibi değildir, onun davası çürüktür” der. Yine Niyazi Mısri, “Bir adamın yerden göğe yükseldiğini, gök boşluğunda uçtuğunu görsen, eğer Kuran’a ve Sünnet’e, yani Şeriat’a aykırı haller içerindeyse, haramları işliyorsa ona itibar etme; onun davası batıldır” demiştir. İnsanların olağanüstü davranışlar göstermesi, yanaklarına şiş batırması, ateş üzerinde yürümesi marifet değildir. Tarihte erdiği, “Şeriat kapısı”ndan geçip ma’rifete geçtiğini iddia edip namaz kılmayan, ibadetleri terk edenler olmuştur. Bunlara göre namaz, oruç vb. ibadetlerdir ya Şeriat aşamasında kalanların veya sıradan halkın (avam) işidir. Böylelerinin söylediklerine itibar olunmaz. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a)’e mübah olmayan şeyler hiç kimse için olamaz.

Denir ki, birgün uzlete çekilmişken, Hasan el Basri hazretlerine bir ses gelir: “-Kalk, Ey Hasan! Dilediğini yap,  sana haramlar helal olmuştur.” Hasan Basri hazretleri bir an durur, irkilir ve hemen şöyle der: “-Defol ey Şeytan-ı racim. Allah’ın Rasulü’ne helal olmayan şeyler nasıl bana helal olabilir!” Sıradan bir Müslüman için geçerli olan bütün dini hükümler, derviş ve sufiler, şeyhler ve tarikat liderleri için de geçerlidir.   

“Müsned-i Şihap”ta ve “Feyzü’l-Kadir”de geçen zühtle ilgili bir tanım vardır: “Ez Zühtü fi’d-dünya yerihul kalbe ve’l beden: Züht, kalbi ve bedeni rahatlatır, ona mutluluk ve bir rahatlama verir. Dünyaya rağbet ise, insanda gam ve üzüntüye sebep olur. Aylaklık, şımarıklık, aşırı umursamazlık, nefsin arzularını dizginsiz bir biçimde yerine getirme de kalbi katılaştırır.”

 Necmettin Kübra, zühtü şu şekilde tarif etmişlerdir: Züht, elde bulunan ve bulunmasında bir sakınca olmayan mal ve eşyayı terk etmektir. Makbul olmayan bir şeyi terk etmek züht değildir; çünkü zaten o makbul değildir, meşru olan bir şeyi bırakmak da züht değildir. Mesela bir insanın eşini bırakması ne makbul bir şeydir ne de zühttür. Züht, makam, mevki, mal sevgisi gibi fani arzulara değer vermemektir. Özlü ifadesiyle züht dünyaya değer vermemektir; fakat dünyanın dışına çıkmak, çöllerde, dağ başlarında riyazetle yaşamak demek değildir. Objeler dünyasından kopmadan, hayatı yaşayarak kalbi Allah’la irtibatlı halde tutmaktır. “Halk arasında Hak’la beraber.”

Rızık temini şarttır, çoluk çocuğumuz ancak bu sayede hayatını  idame ettirir, bunun için çalışıp çabalamamız, para kazanmayı  arzu etmemiz meşrudur. Bu, geminin su üzerinde yüzmesine benzer. Gemi su almadıkça yüzer, rotasını takip edip hedefi olan limana ulaşır; su alırsa batar. Zühd geminin su almamasıdır, yani rızkımızı temin eder, üretim faaliyetine katılır ve para kazanmaya çalışırken, servet sevgisini kalbimizden içeri almamak, kalbi sadece Allah sevgisi ve zikrullaha ayırmaktır. 

Günümüzün en önemli problemi sekülerleşmedir. Sekülerleşmeyi şöyle tanımlayabiliri:

1) Her şeyin, bütün zevklerin, arzu ve hedeflerin bu dünyaya ait kılınması; hemen, şimdi ve burada gerçekleştirilmek istenmesi;

2) Aşkın/müüteal, batın ve ahirete olan her şey zihnimizin, hayatın ve dünyanın dışına atılması;

3) İnsan nefsi ve arzularının merkeze alınmasıdır.

4) Bu çerçevede sekülerleşme dinin dışarı çıkarılmasıdır ki, dini dünyanın dışına çıkardığınızda, dünyanın kendisi mutlaklaşır. Bu zühd ile amaçlanan şeyin tamı tamına zıttıdır.

Tasavvufi perspektiften baktığımız zaman buna Hubb-u hayatu dünya denir; dünya hayatının sevgisi ve tutkusu. Bu anlamda modern insanın züht ve takvaya büyük bir ihtiyacı var. Dolayısıyla insanın, Hubb-u dünyayı, tul-u emeli terk edip kasr-ı emel içerisinde olması lazım. Tasavvufun bu yönü öne çıkarılmalıdır. Bu çerçevede bir züht ve takva sürecinden geçtiği zaman, sekülerleşmeye karşı Müslümanlar belki bir bariyer kurma imkânına sahip olabilirler.