Mimariyle edebiyatın ilişkisinden söz ederken iki yazar geliyor aklıma öncelikle: Ahmet Hamdi Tanpınar ve Marksist ideolog Walter Benjamin. Sık rastlandığı üzere, Tanpınar denildiğinde bir süre sonra sözü Benjamin'e getirmenin birçok açıklaması yapılabilir. Bana iki düşünür, özellikle şehirle ilişkileri ve şehri yürüyerek kurtarma, yeniden kurma emelleriyle yakın geliyor. İki yıl kadar önce Şehir Üniversitesi'nde yaptığım konuşmanın bir bölümü, iki yazarda mekân ve sokak algısını konu alan bir değiniydi.
Bu iki yazardan söz ederken aklıma gelen diğer iki hatta üç isim ise, Baudelaire, Pasternak ve Mustafa Kutlu.
24 Ocak, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın vefatının 51. yıldönümüydü. Yazarın hayatı ve eserleri, sanatı ve düşünceleri üzerine yapılan konuşmalardan geriye kalan belli başlı iki kelime sanki, "muhafazakârlık" ve "nostalji". Halihazırda muhafazakârlığa yükletilen anlamlar yüzünden de Tanpınar ismi ezberler üzerinden özensizce kullanıma açılan elverişli bir atıf kaynağına dönüşüyor.
Yerli yerinde değerlendirmelerin önünü alan kocaman bir çuval gibi, muhafazakârlık sıfatı, günümüz Türkiye'sinde. Mesela "Beş Şehir"in yazarının romanları halihazırda süratle yayılan kentsel dönüşüm teknik ve üslupları konusunda neler söyler? Sadece Ayraç dergisinin konuya farklı bakan bir dosyasını hatırlıyorum. Bu konuda genel söylem eserleri paranteze alınarak, arada kalmanın hüznüyle malul bir "rüya" Tanpınar'ına yoğunlaşmakla kalıyor. "Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında" mısralarına dönük yanlış anlama eğilimi ise istikrarını koruyor. Dizelerde işaret edilen bir büyük imkân olarak eşik olgusu, ezberlenmiş hissiyat açısından imkansız bir mekâna telmihte bulunuyor gibidir.
Boğaz sırtlarını kaplayan erguvanları tehdit eden bir kuşatma, nostaljik bulunan yazarı tedirgin etmiyor olabilir mi... Huzur'un kahramanları, kendilerini daha derinden ve ciddiyetle tanımak için "Türk İstanbul"u keşfetmek üzere dolaşırlar şehri; çeşme kitabelerini okur, Mihrimah Camii'ni dolaşırlar. "Bizi biz yapan nedir?"; bu soruya Huzur'un kahramanı Mümtaz, kadim yapıların taşını ve ahşabını inceleyerek de cevap bulmaya çalışır ya... "Burası küçük camili, bodur minareli ve kireç sıvalı duvarları o kadar İstanbul semtlerinin kendisi olan küçük mescitli köylerin, bazen bir manzarayı uçtan uca zapt eden geniş mezarlıkların, su akmayan lüleleri bile insana, serinlik duygusu veren ayna taşları kırık çeşmelerin, büyük yalıların, avlusunda şimdi keçi otlayan ahşap tekkelerin (...) içli aksi sedaların diyarıydı." (s.138)
Mekânlara ve çevreye ruhunu kazandıran cami merkezli bir hayatken, artık bu değişiyor, Saatleri Ayarlama Enstitisü'nde uzun tasvirlerle anlatıldığı gibi, katı planlarla değil müdahalelerle var olması arzulanan mimari, yerini modernlikle ilişkilendirilerek dayatılan bir keşmekeşe terk ediyor.
Benjamin'e büyüleyici ve kurtarıcı gelen 19. yüzyılın inşaata dayalı mimarlık anlayışı Tanpınar'ın anlatımında 20. yüzyılı da etkisine alan absürd, rastlantılara dayalı bir yönelimdir. Aydaki Kadın'da yalılarla camiler dâhil Boğaz'a özellik kazandıran yapılara yönelen İmar Projesi'nin sahipleri Hitler'e benzetilirler.
Bana kalırsa Tanpınar'ı "muhafazakâr" olarak nitelemeye izin veren, dönemsel siyasetlere apaçık eleştiri yapmamaktan ileri gelen bir müphemlik. Besim Dellaloğlu'nun ifadesiyle, "Tanpınar edebiyatı Kemalizm'le olan sorunlarını politikleştirememenin, sorunlarını bir siyasi manifestoya dünüştürememenin ürünleri". Dolayısıyla, "rüya" kavramına indirgenen bir telmih ve alegori, eksik bir takım harflerin yerini tutmak üzere Tanpınar alfabesinde yer tutmuşlardır gibi geliyor bana.
*** ** ***
Tarihi kurtarmak, mekânı kurtarmak... Tanpınar zaman zaman Harf Devrimi üzerinden konuşamadıklarını mekânlara söyletmeyi umduğu için de şehir şehir dolaşıyordur sanki... "Yaşayan kültürün bağrındaki tarihsel bilgi" Benjamin için yeteri kadar kullanışlı olsa da, Tanpınar açısından "Harf Devrimi" nedeniyle eksilmeye, haksızca eksildiği için de tereddütlere sebepler sunmaya devam ediyor.
"Harf devrimi"nin yol açtığı eksik ifadeler apaçık dile gelmeseler de, betonlaşan siluete yansımayı sürdürürler. Kaba saba beton kullanımı, modernleşmenin şekilci yorumunu yansıtıyor. Bu nedenle de "Beş Şehir"de, dalgınlığından sıyrılmaya çalışarak olabildiğince korumaya alıyor oturmuş mekânların güzelliklerini, şehir gezgini.
Benjamin zaten melankoliktir, dalmaya, kaybolmaya meyillidir. Teknolojiyle, demirle yeni bir güç kazanan ve bir bakıma ucuzlarken demokratikleşen mimarlık, aynı zamanda abartılı süslerinden, inşaat ağırlıklı bezemelerinden kurtulurken kenti de bir cangıl olmaktan kurtarabilir mi? Ve aslında, düşünürün muradı da (kısmen Baudelaire'i çağrıştıracak şekilde) yürüyüş sırasında kaybolmayı kolaylaştıracak insan icadı bir cangıl hesabına bildiği veya bilemez hale geldiği şehri kendi imgeleriyle adım adım yeniden kurmaktan farklı bir oluşum mudur...
Mustafa Kutlu'nun en sevdiğim kitaplarından biri olan Huzursuz Bacak'ın Avrupa'da tahsil gördükten sonra İstanbul'a dönen akademisyen kahramanı Ömer Faruk da yeniden yerleşmeyi bir uzun yürüyüşün imgelerine bağlıyor ya... Ömer Faruk'un İstanbul'da dolaşırken yaşadığı geri beyin göçü şokunun devası sanki şehrin eteklerinde bir bahçede varlığını korumaya devam eden taşla ahşabın bileşimi olabilir.
Ucuz ve kolay malzeme olarak betonarme, taşı ve ahşabı göze göstermek istemiyor, ulaşılmaz kılıyor. Eski güzel günlerin, o günleri güzelleştiren değerlerin yerleri doldurulamayacak şekilde kaybedildiği hissi, umutsuzluğu ve karamsarlığı artırıyor; Pasternak'ın kahramanı Dr. Jivago'nun hissiyatında da dile geldiği şekilde... İyi de, karakalabalıkların göçü, barınma ihtiyacı, güzelle ilişkisi ne olacak? Pasternak gibi Tanpınar'ın duyarlığı da yüksek sanatı mümkün kılan seçkin bir çevrenin, o çevreye özgü bir hayat tarzının kayıp gidiyor olmasından dolayı muzdarip ve tedirgin. Mümtaz'ın yaşadığı iç daralması, bir medeniyet meselesini zihni planda ve hayat tarzı itibarıyla çözümleme sorumluluğu hisseden aydınların hüznü ve acziyle de tanımlanabilir.
Jivago ise kaybetme hüznüne neredeyse paldır küldür yuvarlanmayı isteyecek şekilde tutunduğu izlenimi uyandırır. Tanpınar, Pasternak'ın Sibirya'da kaybolmaya çalışan kahramanı kadar kaybetmeye vurmaz kendini, metinleriyle direnir, sevdiği ve değer verdiği zevk ve eğilimlerini ayakta tutarak kazanmaya çalışır, bu nedenle belki "gardrop devrimciliği" çağında kendi hayat tarzında, zevk ve eğilimlerinde yurtlanma ısrarı, başka türlü açıklanamadığı için de "muhafazakârlık" olarak okunuyor ya...
Aslını sorarsanız Tanpınar modernizmi karşısına alan bir yazar değildir. Onun dramı, Türk modernleşmesinin amaçlarını bir hafıza kaybına bağlayarak var etmeye yazgılı bulunmasında aranmalı. O moderni, geçmişin mekânlarıyla ve geleceğe akmaya değer her ne görüyorsa işte onlarla birlikte gerçekleştirmeyi tasarlıyor.
Sanat eserlerini, "cemiyetin süreklilik şuuru" olarak niteleyen Tanpınar, "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Romanlarında Resim ve Mimari" başlıklı makalenin yazarı Ertan Engin'e göre bir şehre dair "asıl canlı hatıralar"ın "maddenin taşıdığı hatıralar" olduğu inancındadır. İşte İstanbul'daki imparatorluk mimarîsi kalıntıları, politik gerçeklik olarak uzun zaman önce kapanmış bir dönemin, kolektif şuurda kapanmayan bir yara gibi durduğuna da işaret etmektedir. Bu kalıntılar "bütün bakımsızlığı ve haraplığı içinde" bize "bütün tarihi verir." (Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi The Journal of International Social Research Volume 2 / 8 Summer 2009)
*** ** ***
Benjamin "Pasajlar" çalışmasında sanat yapıtının ne olduğunu sorgularken, geleneksel olandaki değişimi sarsılmadan karşılıyor. Geçmişte kutsal, elit ve dokunulmaz olan sanat eseri artık teknolojinin yardımıyla çoğaltılarak geniş kitlelere ulaşabilmekte. Sanat eserlerinin çoğaltılabilir hale gelmesi, geleneksel sanat algısından büyük bir kopuşu ifade ediyor. Çoğalan eserde bir şeyler azalıyor veya eksiliyor. Düşünür, sanat yapıtının biricikliği ve kült değerinin kaybolmasını eleştirse de, bu durumu büsbütün olumsuzlamıyor. Sanat eserinin biricikliğinden kurtulmasının iyi tarafı herkese yayılıp halka inmesidir; kötü tarafı ise kendinden bir şeyler yitirmesidir. Zamanla bir orta yol bulunacaktır belki, şimdiki halde ise Benjamin her riski göze alarak tıpkı somun ekmek gibi sanat eserinin de işçi ailesinin eşiğinden girmesinden yanadır.
"Sanat olsun, isterse dünya batsın" şeklindeki söyleme karşıdır Benjamin. Pasajlar'da sanat ile teknoloji arasındaki çapraz ilişki merkezi bir temadır. Pasajlar kamuya yönelik ilk modern mimari, aynı zamanda meta tapınıcılığının hizmetine verilmiş ilk tüketici "rüya evleri"ydi. Pasajlar aynı zamanda, kentte kendini kaybederek bulmaya çalışan dalgın düşünürün tutunmaya çalıştığı şenlikli adres.
Benjamin hayal gücünün teknolojinin, yaratıcı güçlerinden esinlenilip salt estetik amaçlardan saptırılınca, kolektif hayat için yeni bir temel oluşturma görevine uygulanabilir olduğunu düşünür. Bu anlamda hayatı sanatlaştırma gibi bir kaygısı olduğu söylenebilir.
Onun edebi eser tarifi de benzeri bir eleştiriden payını alıyor ya... Biçimlerin devrimci potansiyelini geliştirmek gibi bir rol yüklüyor metne. Tanpınar'dan farklı bir alımlamayla, sanatçıyı bireysel bir deha olarak gören anlayışı ve tamamlanmış, kendi kendine yeterli eser mefhumunu yıkıp, "şaheser" kavramını, "örgütleyici işleve sahip bir müdahale olarak siyasal bir yazı" mefhumuyla değiştiriyor.
*** ** ***
Tanpınar'ın eserlerini kurmakta gösterdiği titizliği mekân algılarıyla ilişkilendiren tespitler yapıyor Besim Dellaloğlu Ahmet Hamdi Tanpınar / Modernleşmenin Zihniyet Dünyası "isimli kitabında. Bitip tükenmeyen mekân araştırmaları, düşünürün metinlerini de bir tamamlanmamışlığa zorluyor adeta. Şehirde dolaşarak kaybedilenlerin ya da kazanılanların tespiti, kendi gözüyle görme ve deneyerek bilme tutkusunu yansıtıyor, Benjamin için de olduğu üzere.
Düşüncenin bireysel özgürlüğü ve felsefenin derinliği üzerinden fikir üreten iki düşünür, şehri adım adım dolaşırken aynı zamanda bir "rüya" adına da kayıt altına alıyor ve yeniden kurmaya çalışıyorlar. Ne bir metinde, ne bir aşkta, ne de bir mekânda sûkunete erişmeleri beklenebilir, öylesine dalgın ve dağınıktır hissiyatlar.
Yıllarca "muhafazakâr" olarak tanımlanan "Huzur"un yazarı, "Besim Dellaloğlu'na göre aslında "sol liberal" bir çizgide değerlendirilmelidir. "Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Eserleri ve Estetiğinde Bergson Felsefesinin İzdüşümleri ve Kurucu Rolü" başlıklı yüksek lisans tezinin yazarı Şerif Eskin'e göre ise, Tanpınar'ı ifade için öne sürülen"sol liberal" şeklindeki tanımlama, uzun yıllar kullanılan "muhafazakârlık" tanımlaması kadar dönemsel kanaat ve ihtiyaçların eseri.
Galiba Benjamin'e göre çok daha fazla örtbas edilmiş düşünceleri yüzünden, bütün huzursuzluğuyla birlikte güçlü bir konformizmi de duyuruyor, Tanpınar'ın şehrin kadim mekânlarını beğenisi ve tanıklığıyla kurtarmaya çalışan ayak sesleri.
İki düşünürü huzursuz ve dalgın kılan dağınıklıklar, mekânın hafızasına yükledikleri anlamda, dolayısıyla "uzam" kavramında bütünüyle örtüşemiyor bana kalırsa. Ne de olsa Benjamin'in yöneldiği mekân sanat ve kültür bağlamında "dünyanın merkezi" gibidir; bir taraftan da kişisel tarihi, kendini Baudelaire tarzı "serseri"liğe vurmasına elveriyordur. Oysa Tanpınar'ın adımları şehrin sokaklarında olduğu gibi metinlerinde de kendini "serseri"liğe vurmasına izin vermeyen, Doğu ve Batı arasında sentezi bile aşan bir medeniyet arzusunu tanımlama güçlüklerini hesaba katmaya zorlanıyor. An geliyor, "artık Avrupalı olmak" şeklinde bir konumdan seslenme, "Şark"ı niye sevdiğini anlatma gereği duyuyor. Şehirde kaybolmakta olan güzelliklerden geriye kalanlara tutunmak üzere dolaşırken kendisini çarpan eksilmelerin adlarını olduğu gibi telaffuz edemediği için de yeise kapılıyor. (Buna karşılık, Tanpınar'la benzer bir uzamı bir süreliğine olsun paylaşmış olduğu izlenimi uyandıran Kutlu'nun kahramanı Ömer Faruk, 2000'lerin İstanbul'unda açık seçik bir dille niye "muhafazakâr" olmadığını anlatacaktır, kendine yabancılaşan şehri yeniden kazanma umuduyla adım adım dolaşırken.)
Şark'ı "Artık Avrupalı olma sebebiyle" sevmenin açıklaması problemleri netleştirmiyor, hüznü koyulaştırıyor. Misal, bir alfabe değişimi şehri nasıl yaralar, mekânı hangi açılardan kırılganlaştırır; bu sorular yeterince önemli değilmiş gibi sürdürüyor okumalarını Tanpınar.
Başka bir şey daha var bana kalırsa her iki düşünür için de, metinlerin bir tür tamama eremeyeceği hissi, hatta kanısı. "Pasajların" gezgini açısından kendinde asla tamamlanamayacak şeyin melankolisi, ömrünün noktalandığı anı belirleme kararına da sahip çıkıyor. Tanpınar ise kimliğine "muhafazakâr" sıfatının yapıştırılmasına sebep olan zeminle arasında mevcut bağların bazen bir hayli baskın çıkan derinliği yüzünden olabilir, eksik harflerin yerine ikame edecek işaretlerin keşfi için mekânlarda sürdürdüğü okumayı huzursuzca sürdürmekten kendini alamıyor.