Batı toplumlarına hâkim olan görüş, bilgisel seküler-emperyalist (sömürgeci) görüştür. Aynı şekilde, Batı insanının, toplumun geriye kalan üyeleriyle, ailesinin diğer bireyleriyle ve hatta kendisiyle olan ilişkilerinde de bu görüş hâkimdir.
Batı insanı bir ev inşa edeceği zaman, tamamen maddi kaygıların yönlendirmesiyle hareket eder. Yani o evi ticarete konu edip satmak ve ondan kâr etmek amacıyla hareket eder. Birkaç sene sonra da, sanki yaşanılan bir mekân ile bir ticaret malı arasında hiçbir fark yokmuş gibi, o evi satıp terk eder.
O, bir kadınla ilişki kurduğunda, o ilişkide huzur aramaz; sadece daha fazla zevk almaya çalışır. Duygusal ilişki, savaş ilişkisine dönüşür. (Batı medeniyeti, sevenler arasındaki aşka, ülfete ve şefkate dayalı ilişkilerin ortadan kaybolduğu ve bunun yerini, birbiriyle boğuşanlar ve maddî menfaatçiler arasındaki sömürü ve savaş ilişkilerinin aldığı bir medeniyettir, derken ifade ettiğimiz şey budur.)
O, daima kâr elde etmek, yaşam seviyesini yükseltmek ve daha fazla tüketmek için hareket eden tek boyutlu basit bir insandır. Her tarafa çekilip uzatılabilen, çok iyi bir kullanım maddesidir. Başkaları tarafından kullanılabilen ve o da başkalarını kullanabilen, eşyalar içinde bir eşyadır.
Batı insanı artık üretemeyeceği bir yaşa geldiğinde, (beşerî bir maddeymiş gibi) gönüllü olarak yaşlılar evine nakledilir. Oranın havası güzel ortamında, üreten toplumdan ve hayattan uzak bir şekilde ölümü bekler.
Aslında Kullanıp Atma (bir şeyi bir kez kullandıktan sonra atma / Disposable) medeniyeti olarak isimlendirilen bu medeniyet, her şeyi (enerji hammadde nameler kadın bedeni ozon tabakası) tüketmeye, her şeyi kullanmaya ve her şeyi yağmalamaya dayalı sömürücü bir medeniyettir.
Aynı şekilde Batı"da hayatın bütün alanlarında, mekanik bir modelin tedrici olarak dayatılması, ki Batılı pek çok düşünür bundan şikâyetçidir- gerçekte savaş, tahakküm ve sömürgeci seküler yönlendirme epistemolojisinin bir ifadesidir ve giderek yaygınlaşmaktadır.
Sömürgeci seküler yönlendirme medeniyeti, bizzat Batı insanının kendisini, sömürü çeşitlerinin en kötüsüne maruz bırakıyor. Bu sömürü çeşidini psikolojik sömürü olarak isimlendirebiliriz.
Psikolojik sömürü kavramı, Batılılar tarafından yazılmış kitapların çoğunda, (ismen zikredilmeden) üstü kapalı olarak yer alır. Bu, ansızın ortaya çıkmış bir durum değildir. Değerlerden kopuk olarak gelişen modernliğin ve bütün insanî değer ve hedeflerden kopuk bir şekilde arz-talep kanunlarının geçerli olduğu serbest pazar ekonomisinin (ekonomik liberalizmin) içinde gizlidir.
Denilebilir ki, kuşatıcı sekülerizm, teori; sömürü de, bunun uygulamasıdır. Bu ikisi madeni bir paranın iki yüzü gibidir. Batı"da kuşatıcı sekülerizm, maddî çerçevede bir yönlendiriciliğe dönüştü. Böylece Batı insanının bir kalıba sokulması ve uysallaştırılması tamamlanınca, onun kullanılacak bir maddeye, yani bir üretim ve savaş enerjisine dönüştürülmesi son derece kolay hale geldi. Orduların oluşturulması da bu yolla sağlandı. İşte psikolojik sömürgecilik de budur.
Sonra bu ordular dünyayı sömürmek için farklı yerlere gönderildi. Bu da askerî sömürgeciliktir. Her ne kadar bu ikisi, aynı kavramın iki değişik uygulaması ise de, uygulama alanları noktasında birbirinden farklılaşıyorlar.
Herbert Marcuse, psikolojik sömürüyü çok hassas ve yerinde bir şekilde niteleyerek şöyle diyor: Amerika toplumu, zalim bir hoşgörü (oppressive tolerance) toplumudur. Yani Batı toplumları, hiçbir dış baskı, polisin bulunma zorunluluğu ve görülür bir zorlamanın olmadığı kuşatıcı toplumlardır.
Faber, yönlendirme operasyonlarının ortaya, demirden bir kafes çıkaracağını söylüyor. Zimel, demir hapishaneden bahsediyor. En açık niteleme ise Habermas"tan geliyor: Modern Batı toplumunda yaşananlar hayatın sömürülmesidir.
Amerikalı biri, toplumda geçerli olan görüşü içselleştirir ve bu görüş ona tamamen kendi rızası ile- hâkim olur. Ancak aynı zamanda o görüşün hakimiyetini kırıp ondan kurtulmaya da gücü yetmez. Hayat felsefesi, daha çok üretmek ve daha çok tüketmekten ibaret hale gelir. Yani o, saçma bir tüketim ve üretim dairesine, tamamen kendi iradesi ve özgürlüğü ile girdiğini sanır.
Bu tüketim çılgınlığı, ahlâkî bir düşüş, bireysel bir tarz ve özgür bir seçim meselesi değildir. Aksine, insanı dışarıdan kuşatıp hâkimiyeti altına alan ve insanın da farkında olmadan onu içselleştirdiği, kuşatıcı bir toplumsal durum ve modeldir.
İnsan, bu modele direniş savaşında başarılı olsa da, ailesinin diğer bireyleri onun gibi bir sebat göstermeyebilirler. Sonuçta mutluluk ve zevk kriterlerini belirleyen toplumdur. Kişi toplumun belirleyiciliğinden ne kadar kurtulmaya çalışırsa çalışsın, kendisini toplumsal kriterlerle kuşatılmış olarak bulur. Bunlardan kurtulması ise, ancak çok sert (radikal) bir fiil ile gerçekleşebilir. Dünyadan yüz çevirip, ona hiç değer vermeyen hippiliğe dönüşmek gibi.
Hippiler başarısızlık efsanesini oluştururlar. Bu, Amerikan aklına hâkim olan başarı efsanesinin tam tersi bir durumdur.
Toplumda normal bir hayat yaşayan sıradan bir vatandaş, bütün basitliğiyle tüketim kültürünün içine düşer. Çünkü küçüklüğünden beri oyuncaklar ve çeşitli televizyon programları vasıtasıyla tüketim ideolojisini içselleştirmiştir. (Barby ve arkadaşları, tüketim ideolojisinin yaygınlaşmasındaki en önemli araçlardan kabul edilir).
Ölçüleri kaçırmış böylesine bir tüketim anlayışı, bir çok sebepten dolayı, kaçınılmaz olarak askerî sömürüyle de irtibatlı hale geliyor. Çünkü sonuçta bu, coğrafi bir yayılmadır ve yirminci yüzyılın başlarında olduğu gibi, ulaşacağı son nokta dünyanın bütün pazarlarını istilâ etmektir.
Batılı sömürgeci güçler, Asya"daki, Afrika"daki ve diğer yerlerdeki doğal kaynakların çıkarılmasının artış gösterdiğini, pazarlarda bir sıkışma meydana geldiğini ve üçüncü dünya ülkeleri halklarıyla askeri anlamda karşı karşıya gelmenin (ki halkları köleleştirmek, sömürmek ve birer kullanım maddesi haline getirmek için geleneksel sömürgeci güçlerin kullandığı yöntem budur) aşırı derecede zor ve külfetli bir iş haline geldiğini idrak etmişlerdir.
Aynı şekilde askerî sömürgeciler, Batı toplumlarının, sertlik ve şiddetlilik merhalesinden, yumuşaklık merhalesine geçmeleriyle, Batılı gençlerdeki cihat (bir ideal/inandığı değerler uğruna savaşmak) eğiliminin ortadan kaybolduğunu da idrak etmişlerdir.
Sertlik ve şiddetlilik merhalesinde Batı toplumlarındaki vatandaşlar, birey karşısında toplumun önceliğine inanıyorlardı. Bunun bir sonucu olarak fedakârlık, vatana ve vatanı savunmanın zorunluluğuna inanmak gibi anlayışlar ortaya çıkmıştı.
Yine bu çerçevede beyaz insanın üstünlüğü ve askerî karşılaşma esasına dayalı geleneksel sömürgecilik anlayışı ortaya çıkmıştı.
Sonra bu toplumlar yumuşaklık merhalesine geçtiler ve vatandaşlar toplum karşısında bireyin öncülüğüne inanmaya başladılar. Bu yüzden ortaya şahsi maslahat, çıkar, zevk ve otoriteden kurtulmak gibi anlayışlar çıktı. Bu durum bir toplum bilimci tarafından ben medeniyeti olarak isimlendiriliyor. Bu medeniyette gençler vatan için mücadele, vatan için fedakârlık gibi anlayışlara önem vermezler. Tüketim medeniyeti onu tamamen pençesine almıştır.
Sömürgeci güçler, dünya pazarlarının sınırlı oluşlarından dolayı bir çıkmazın içine düştükten ve askerî yollarla istediklerini elde etmekten aciz olduklarını keşfettikten sonra, içinde bulundukları durumdan tek çıkış yolunun dünyanın her tarafında tüketim kültürünü yaygınlaştırmak olduğunu anladılar.
Batı sömürgeciliği pazar alanını genişletmeye karar verdi; ancak (askerî güç gerektiren) yatay yayılmacılık yoluyla değil, aksine insanın iç dünyasında gerçekleştirecekleri dikey yayılmacılık yoluyla. Böylece insanın kendisi daima genişleyecek bir pazara dönüşmüş ve açık pazarların yerini almış olacaktır.
Denilebilir ki, yeni dünya düzeni, bu psikolojik sömürgeciliğin küreselleşmesi ve ekonomik/bedensel insan anlayışının genelleşmesidir. Söz konusu bu insan vatan, onur gibi şeylere önem vermeyen ve alım, satım, menfaat, zevk dışında hiçbir şey düşünmeyen tek boyutlu bir insandır.
Psikolojik sömürgecilik açısından, üretimin hedefi tüketimdir. Üretimin artırılmasındaki hedef de tüketimin artırılmasıdır. İnsanın hayatı, ancak o insan tükettiğinde anlam kazanıyor ve hayatının daha anlamlı hale gelmesi de çok daha fazla tüketmesine bağlıdır. (Yükselme ve modernlik, sürekli çoğalan beklentiler, olarak tarif edilmiştir).
Batılı bir düşünür, açık bir şekilde şunu söylüyor: Tüketim toplumlarını, hayatın anlamı ilgilendirmiyor, onlar da bu anlamı aramıyorlar. Ticaret eşyası, her şey haline geliyor ve varlığın merkezi oluyor. Hatta insanının hayatına anlamı tüketim katıyor. Böylece ticaret eşyası, insanı kainatın merkezinden uzaklaştırıp kendisi onun yerini alıyor ve insandan daha önemli hale geliyor.
Bu anlamı ifade edecek kavramlardan biri de fetişizimdir. Fetişizm, (ticaret eşyası da dahil olmak üzere) eşyaların, insanın tapınacağı putlara dönüşmesini ifade ediyor.
Bununla ilgili Batı sosyolojisindeki bir diğer kavram demystificationdur. Yani insandan esrarın çekilip alınmasıdır. İşte psikolojik sömürgeciliğin yaptığı budur. O, insan nefsini sonu olmayan beklentiler ve isteklerle kuşatır. Böylece insan, kendisine, bedensel ihtiyaçlar ve güdülerin bir toplamı olarak bakan modern toplumlardaki zevkler dünyası karşısında savunmasız, zayıf ve tek başına kalır.
İnsanın zihnine, ticaret metaının, sadece çıkarlarını değil, aynı zamanda mutluluğunu da, yani zevklerini de gerçekleştirdiği anlayışı yerleştirildikten sonra, artık onun cehennemi bir tüketim aracı olacak şekilde yönlendirilmesi ve şekillendirilmesi son derece kolay olmaktadır.
Tam bir mutluluğa sahip olmak ve kendisini ispat etmek için, her sene yeni bir araba satın alması, falan cins tişört ve filan marka ayakkabı giymesi şart olur. Böylece pek çok tamamlayıcı nitelikteki ihtiyaçlar, mutluluğun olmazsa olmaz şartı olan zaruri ihtiyaçlara dönüşür.
Hatta zevkler dünyası insana, onu tarihin yükünden, ahlâkî bağlardan ve başkalarına karşı sorumluluk duygusundan kurtaracak, yeryüzü cennetini vaat eder. Yani insan, hem içeriden, hem dışarıdan kuşatılarak tamamen muhasara altına alınır. Reklamlardan ve filmlerden ona ulaşan mesajlar, kurtuluşun, ticari mallar vasıtasıyla olduğunu söyler.
Batı"nın şehir planları bile, bu sömürü anlayışını somutlaştırıp elle tutulup, gözle görülür hale getirir. Şehirlerde yollar, son derece hızlı gitmek hedeflenerek yapılır; günlük hareketlilik, insan enerjisini ve tabii enerjiyi sonuna kadar tüketip yok edecek ve havayı kirletecek yoğunluktadır. Ve bu şehirlerde her şey, çarşının ve ticaret metaının etrafında döner.
Psikolojik sömürgecilik açısından insan, sadece (ekonomik) çıkarlarının ve (bedensel) zevklerinin peşinden koşan ekonomik ve bedensel bir canlıdır ve mutlaka, bu ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde üretilmiş malları tüketecek bir yaşayış sergilemesi gerekir.
Bu insan sadece kendi çıkarlarını ve zevklerini gerçekleştirmeyi hedefler ve kurtuluşunun ancak bunlarda olduğunu düşünür.
Geçmişte, ihtiyaçlar, icatların anasıdır esası geçerliydi. Psikolojik sömürgecilik çerçevesinde ise, icatlar, ihtiyaçların babası haline gelmiştir. Çünkü her gün yeni bir ürünün ortaya çıkması gerekiyor. İşte bu noktada insan, hiçbir hedefi olmayan bir üretim dairesine giriyor ve bu daire sonu gelmez bir şekilde genişliyor.
İnsanın kendisi de, ticari ürünlerin, hatta bu ürünlerden daha fazlasının sergilendiği ölçüsüz bir pazar haline geliyor. Üretim tekerleği daha hızlı döndükçe insan dikilip duruyor. İnsanî felsefelerin söylediği gibi, kainatın merkezinde değil, her şeyi emen ve kendisinde mekanın ve zamanın bulunmadığı bir kara delik gibi.
Tüketimcilik veya psikolojik sömürgecilik, sahası insan nefsi olması yönüyle askerî sömürgecilikten ayrılır. Çünkü bu eğilimin filozofları, daha önce başkaları (toplum bilimciler ve şairler) tarafından keşfedilen temel bir gerçeği keşfetmişlerdir. Bu gerçek, insan nefsinin asla doymayacağıdır. Dolayısıyla (insan nefsini frenleyecek) sınırların yokluğunda, nefis, kendini tüketinceye kadar, hiç durmadan etrafındaki şeylerin veya arzu ettiklerinin peşinden koşabilir.
Bu gerçek, alimler, bilim adamları ve şairler tarafından felaket kaynağı olarak görülürken, tüketim filozoflarına göre, kendi felsefelerinin fikrî ve psikolojik temeli olmaya uygun sebat noktasını temsil eder.
Yeni pazarlar fethetmek için Asya"ya, Afrika"ya ordular göndermek yerine, insanı fethetmek, onunla savaşmak ve onu yenmek için, televizyon programları, filmler ve moda (veya güzelleştirme) gibi araçlar kullanılıyor.
Kıtaları ve ülkeleri fethetmek için askerî sömürgeciliğin kullandığı ırkçılık ve etnik farklılık teorileri yerine, tüketimcilik (veya psikolojik sömürgecilik) insan tabiatı hakkındaki, teorisini esas alıyor.
Bu teori, insan tabiatında herhangi bir sebat ve devamlılık olduğunu inkar eder ve onun sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde olduğunu söyler. Buna göre insan beyaz ile siyahı veya sarıyı birbirinden ayırmaya güç yetiremez.
Bunların hepsi de, kendilerinden kutsiyetin alındığı maddeler olup, dönen ve geriye hiçbir şey bırakmayan değirmenlere (yani öğütülüp yok olmaya) uygun şeylerdir. Hepsi de tarafsız birer hammadde olup, sürekli ve sınırsız bir yayılmaya veya sabit tek husus olarak yayılmaya uygundur. Tıpkı, göreceliğin, tek mutlak oluşu gibi.
Psikolojik sömürgecilik, vatandaşlar veya seyirciler için hayatın hedefini belirler: Hedef mutluluk veya denge değil, sadece ve sadece tüketmek ve daha çok tüketmektir. Bir Amerikan halk sözünde denildiği gibi bitkin düşünceye kadar alış veriş yap. Alışveriş kolik (shopaholic) diye bir kavram vardır. İnsanın ihtiyaç duyduğu bir şeyi satın almak için değil, sırf alışkanlık haline getirdiği için alışveriş yapmasını ifade eder.
Psikolojik sömürgecilik dünyanın büyük bir bölümünde başarıya ulaşmıştır. Ancak bu sömürgeciliğin en önemli kurbanları ki bunların avlanmaları tamamlanmıştır- bizzat Amerikalıların kendileridir.
Reklamlar Amerikan insanını içerden boşaltır. Amerika"da reklamların çok büyük etkisi vardır; özellikle de sanatsal ve estetik açıdan başarılı olanların. En basit ve önemsiz şeyleri bile çok güzel ve alımlı hale getirirler.
Yukarıda söylediğimiz gibi, Amerikan reklamları, tüketim felsefesinin yerleşmesinde başarılı olmuştur. Aynı şekilde, Amerikan insanını, dünyadan soyutlayarak etrafından olup bitenlerden habersiz bırakmakta da başarılı olmuştur. Oysa Amerikan orduları ve istihbaratı, bazen açıktan, bazen de gizli olarak, dünyanın her yerinde hareket halindeler.
Bu durum, Amerikan insanına karşı, siyasi vicdanının basitleşmesine yol açmıştır. Öyle ki, iktidarda olanların, kendi istedikleri düşünceleri, kendiliğinden ve tamamen özgür bir şekilde (!) kabul etmeleri için Amerikan insanına empoze etmeleri mümkündür. Çünkü yöneticiler tarafından dünyada olup bitenlerden habersiz bırakılmış olan tek boyutlu Amerikan insanının, eleştiri melekesini çalıştırıp, yöneticilerin, kendi vicdanı için belirlemiş oldukları sınırları aşması mümkün değildir. Allah en iyisini bilendir.
Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.