6 Şubat 2006'da Trabzon'da İtalyan Katolik rahip Andrea Santoro, 16 yaşında biri tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Bunun Türkiye'yi karıştırmak ya da Türkiye'nin imajına zarar vermek amacıyla tasarlanmış bir provokasyon olduğu yazıldı, söylendi...

Bu yıl 19 Ocak günü kendini Türk-Ermeni uzlaşmasına adayan, bu uğurda her türlü güçlüğü göze alan gazeteci Hrant Dink, İstanbul'un en mutena semtlerinden birinde, güpegündüz, arkadan saldıran, henüz 17 yaşındaki bir caninin kurşunlarına hedef oldu. Yine bunun Türkiye'yi karıştırmak ya da Türkiye'nin imajına zarar vermek amacıyla tasarlanmış bir provokasyon olduğu yazıldı, söylendi... 18 Nisan günü, yaşları 18 ile 25 arasında değişen caniler, Hıristiyan inancı hakkında kitaplar yayımlayan bir yayınevinin Malatya'daki bürosunu basarak çalışanlardan Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Alman uyruklu Tilman Geske'yi, domuzbağı ile bağlayıp boğazlarını bıçakla kestiler. Bu vahşetin de Türkiye'yi karıştırmak ya da Türkiye'nin imajına zarar vermek amacıyla tasarlanmış bir provokasyon olduğu yazılıp, söyleniyor.

Kendimizi avutmayalım, aldatmayalım: Bu cinayetlerin hepsi fanatizm, bağnazlık, hoşgörüsüzlük, hemcinslerine sevgisizlik ve farklıya düşmanlığın ürünleri... Trabzon'da rahip Andrea Santoro'yu öldüren 16 yaşındaki çocuğun annesi, oğlu cezaevine girerken kameralara dönüp "Allah için yatacak..." diyordu. İstanbul'da gazeteci Hrant Dink'i öldüren 17 yaşındaki cani yakalandıktan sonra, "Yazıları ve televizyondaki konuşmaları kanıma dokunuyordu. Direkman vurdum. Pişman değilim..." dedi. Kendisini yakalayan güvenlik güçleri mensuplarından adeta bir kahraman muamelesi gördü; ülkenin birçok yerinden caniye destek veren sesler yükseldi. Malatya'da Necati Aydın, Uğur Yüksel ve Tilman Geske'yi öldüren, 18 ila 25 yaşlarındaki beş caninin üzerinde ailelerine hitaben yazılmış, "Bunu vatan için yaptık. Hakkınızı helal edin..." yazılı mektup bulundu.

Bütün bunlar şunu düşündürüyor: Türkiye'de farklı düşünen, farklı inançlara, farklı etnik kökenlere sahip olan, farklı yaşam biçimlerine bağlı olan insanlara karşı, ne yazık ki yalnızca milliyetçi, İslamcı, ulusalcı ya da laikçi bağnaz fanatikler tarafından değil, çok daha vahim olarak, en tepedekilerden başlayarak resmî yetkililerce ve siyasilerce de körüklenen hoşgörüsüzlük ve farklılığa saygısızlığın sonuçlarına tanık oluyoruz. Türkiye, her şeyden önce kimlik ve eğitim politikalarını yeniden düşünmek ve değiştirmek zorunda. Zira demokrasi ve insan hakları fikri giderek yayılıyor; yurttaşlar demokratik haklarını talep ediyor ve kullanıyor. Türkiye halkı dil, din, etnik köken bakımından türdeş değil. "Hepimiz Türk'üz, hepimiz Müslüman'ız" denilerek farklılığın yok sayılması ya da farklılığa saygısızlık aşılanması, ülkenin bütünlüğünü ve halkın birliğini korumak şöyle dursun, kundaklayan bir politika haline geldi.

Türkiye giderek dünyaya açılıyor. Milyonlarca Türkiye yurttaşı dünyaya yayıldığı gibi, her yıl milyonlarca yabancı Türkiye'ye geliyor; bunların binlercesi şimdiden Türkiye'ye yerleşti. Türkiye yurttaşları Avrupa'da serbestçe camiler açıyor. Türklerin Avrupa'da satın aldıkları arazilerin toplamı Lüksemburg devletinin yüzölçümüne ulaştı. Türkiye, Avrupa ve dünya ile bütünleştikçe yabancı ülke yurttaşlarının Türkiye'de satın alacakları araziler de giderek genişleyecek; açılan kiliselerin sayısı artacak. Hal böyle olduğu halde yabancı ve farklı olan her şeye karşı kuşku ve düşmanlık telkin edilmesi, korkunç sonuçlar doğuruyor. Bu bölücü, kışkırtıcı ve dışlayıcı zihniyet ve politikaların ülkeye verdiği zarar ancak halkın büyük çoğunluğunun fanatizmden uzak ve sağduyu sahibi olması sayesinde sınırlanabiliyor.

Türkiye'de Cumhurbaşkanı'ndan Başbakan'a ve bakanlara, dinî liderlerden siyasî liderlere kadar sorumluluk sahibi herkes farklı fikirlere, inançlara ve kimliklere saygı telkin etmek zorunda. Topluma önderlik yapmak durumunda olanlar bunu yapmazlarsa Türkiye'yi çok kötü günler bekliyor demektir.

Kaynak: Zaman Gazetesi