Meşhur sözdür; "Gerçeklerin bir gün mutlaka ortaya çıkma gibi bir kötü huyu vardır." Ergenekon davası ekseninde yaşananlar, bu sözün doğruluğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Hukukî sonuç ne olur, şimdiden kestirmek zor.  
 
Çünkü hukukî sonuç en genel anlamda iç ve dış dengelerin nasıl şekil alacağına bağlı. Dengeler ise sabahtan akşama değişiyor. Geçtiğimiz günlerde sonuçlanan AK Parti'nin kapatma davasından 2008 Kasım ayında yapılacak ABD genel seçimlerine kadar birçok faktör var bu dengeleri etkileyen ve etkileyecek olan. Hukukî sonuç adına bir şey diyemesek de, kamu vicdanında verilecek hüküm adına bir şey demek mümkün. Hatta o hükmün iddianamenin açıklanması ile birlikte şimdiden verildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İddialar, ayakları yere basan, yakın ve uzak geçmişte örneklerini gördüğümüz "çuvala sığmayan mızrak" kabilinden olduğu için hukukun "herkes suçluluğu ispatlanana kadar masumdur" ilkesi bile işlemez durumda halk nezdinde. Zaten bu sebeple dedik, hüküm verilmiştir diye. Umarım nedir o hüküm diye sormazsınız! Eğer soruyorsanız, dönün vicdanınıza ve cevabını ondan alın.

Sadece bizde mi bu türlü yapılanmalar? Hayır. Adına devlet denilip ardından kutsiyet ve peşi sıra mâlikiyet iddia edilen bu mevcud u meçhule, tarihin hemen her döneminde ve her millette sahip çıkanlar, "benimdir, bizimdir" diyenler olmuştur. ABD'nin yakın geçmişi açısından bakın isterseniz aynı hadiseye. Kennedy suikastından Richard Nixon'la patlak veren Watergate, Ronald Reagan'ın başında patlayan İrangate ve son olarak Bill Clinton'ı yargı huzuruna çıkartan Monica Lewinsky skandallarına kadar hepsi sözde devlete sahip çıkma adına derinlerde tezgâhlanan oyunlardan ibaret değil midir?

Biz ülkemizde Ergenekon gerçeği ile yüzleşirken, dünyanın sair yerlerinde hakkımızda cereyan eden başka gerçekleri gözden kaçırmamamız gerekir diye düşünüyorum. Bu bağlamda bir gerçeğe işaret edeceğim. Şöyle ki: Bu yazıyı kaleme almadan önce Bornes&Noble adlı zincir kitap mağazasında sosyo-politik ve özellikle ülkenin iç-dış siyasetini alakadar eden konuların ele alındığı dergileri bir karıştırayım dedim. Foreign Policy, American Interest, Americas Quarterly, Policy Review, The National Interest, WQ, The American Scholar dergilerine iki-üç saatimi ayırdım. İsimlerini saymaya devam etsem, bir o kadar daha sıralayabileceğim bu dergilerin bırakın muhtevasını ve ait olduğu kurumları, toplam adetleri bile insana bir fikir vermek için yeter. Genelde ülke ve dünya politikalarına yön veren düşünce kuruluşlarına ait olan söz konusu süreli yayınları ve bundan daha önemlisi hemen hepsi de sahalarında uzman akademisyenler tarafından kaleme alınan makalelerdeki fikrî yoğunluğu görünce insanın takdir hisleriyle dolmaması mümkün değil. Çok geniş bir özgürlük alanında cereyan eden ve aynı konu üzerinde birbirine alabildiğine zıt düşüncelerin, projelerin serbest bir biçimde çarpışmasını görmek insanı mutlu ediyor. Bununla beraber insanı mutsuz eden, ortak aklın, aklıselimin ve çoğunluğun aksine, son tahlilde bir avuç azınlığı mutlu ve zengin edecek, uzun vadede dünyayı yaşanmaz kılacak planların, projelerin tercihi ve hayata tatbiki.

Sözü daha fazla uzatmadan yüzleşmemiz gereken o gerçeğe dönelim. "Demographic-peace thesis" yani "nüfus barışı tezi" altında yürütülen çalışmadan bahsedeceğim. Nüfus, herkesin bildiği gibi devletlerarası münasebetlerde kullanılan en büyük kozlardan biridir. Şöyle diyebilirsiniz; nüfus, nüfûzun en önemli ayaklarından biridir. Başlı başına bir güçtür nüfus, hem savaş zamanında cephede, hem de barış zamanında masada. Bu gerçeğin farkına varan devletler, nüfusu devlet politikası unsurları içinde mütalaa eder ve ona göre yönlendirmelerde bulunurlar. Çin'de ikinci çocuğun yasaklanması ile Avrupa'da çok çocuğun teşviki aynı politikanın ürünleridir. Bahsini ettiğimiz tezde, ülkelerin mevcut üreme hızı ve potansiyeli ile doğum kontrolünden çocuk yardımına uzanan nüfus politikaları birlikte incelemeye tabi tutuluyor. Ardından masaya yatırılan ülkelere yönelik siyasî, askerî, ekonomik, kültürel politikalar belirleniyor. Bir başka dille ifade edecek olursak, o ülkelerin yakın ve uzak gelecekteki nüfus sayısı belirlenen politikalarda merkeze oturtuluyor.

Buraya kadar bir şey yok ama bundan sonrası bizim dikkatimizi çeken temel unsur; tezde Rusya, Çin, Hindistan, ABD vb. ülkeler müstakil ve ayrı ayrı ele alınırken İslam ülkelerinin coğrafî ve kültürel onca farklılıklara rağmen bir blok olarak değerlendirilmeye tabi tutulması. Bu felsefeye göre Arap yarımadasının güneyindeki Yemen ile Afrika'nın kuzeyindeki Mısır, Cezayir, Fas, Tunus, Libya; Asya ile Avrupa'nın kesişim noktasındaki Türkiye ile Orta Asya'daki Tacikistan'dan Özbekistan'a bütün Türk devletleri aynı kefede. Coğrafî uzaklık, tarihî ve kültürel farklılıklara rağmen bütün bu devletleri aynı şemsiye altında birleştiren unsur ne? Adı üzerinde İslam.

İşte bu bakış açısı üzerinden üretilen "nüfus barışı" ve benzeri nice tezler Ergenekon ölçüsünde hatta ondan öte bizi alakadar eden gerçekler. Çünkü bunlar sadece nüfus değil, siyasî, ekonomik, kültürel, hukukî vb. hemen her alanda her şeyimizi ipotek altına alabilecek planları muhtevî. Geçenlerde Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, Ergenekon davasına farklı bir perspektiften baktığı yazısında "Dolmuşa binmeyelim." diyordu. Yakın geçmişte cereyan eden hadiselere bakınca Kaplan'a hak vermemek mümkün değil. Okuduğunuz bu yazı da aynı bakış açısına sahip. Dolayısıyla seslendirilen düşünceler de aynı. Evimizin içindeki tozu-toprağı alıp yaz temizliği ile uğraşırken, evin içine de, dışına da, bugününe de, yarınına da müdahale edenleri gözden kaçırmamak, onlara da bir atf-ı nazarda bulunmak gerek.
 
Kaynak: Zaman