okuma'nın ne olduğundan haberdar mıyız?


      okumak, yazmakdan daha haz verici.

      hazza kolay ulaşma ve hazmetme dolayısıyle mi?

      hazır bir haz sözkonusu; zahmetsiz; satırlara bakıyorsunuz, tamam... (hiç olmazsa görünüşde...)

      böyle (edebi/kelami) bir haz varsa, n'için yazmalı? yazma zahmına katlanmalı?

      yeni şeyler yazmak için yazmalı; meydana gelen yeni şeyleri ele almak, yorumlamak için yazmalı; beyni yormak için... hatta ve hatta, (en makbulü:) meydana yeni şeyler getirmek için yazmalı.

      bunun için yazma zahmetine katlanılmalı.

      eski şeyler üzerine, mükerrer sınırını ibtal edemeyecek şeyler kaleme almak ne kadar anlamsız... ve, okuyucu açısından zararlı: israf.

      yineleme (mükerrer) ile yenileme (tecdid) birbirine karıştırılmamalı. biri kefen kefen üstüne sarma, biri tozdan arındırıp diriltme.

      kalpazanların hepsi kefencidir. yazıda da böyle.

      /

      kelimelerin hareketli, cezbedici ve itici (ısıtıcı ve yakıcı, serinletici ve dondurucu) dünyasına dalınca, okuma ile yazmayı düşünürsek: okumada kelimeler serbest değil, senin değil; yanyana gelebilirsin muhtemelen, ama, birlikda olamazsın, kendine ram edemezsin.

      yazmada ise, kelimeler senin içinde, sana amadedir, ve, içinden istediğin biçim ve sıralamayla çıkarlar; hatta, öfke ve sükunet seviye ve mikdarını, ses düzeni ve yüksekliğini ayarlayabilirsin. doğurmadan daha zevklidir; çünki, doğuracağının cinsini, şekil-şemalini, enini-boyunu-kilosunu, kaşını-gözünü ve rengini belirleme (iradesi) elindedir.

      işte, bu iradenin sahipliği, kullanıp ortaya koymanın hazzı, üstünlüğü, ayrıcalığı...

      (şimdi de, yazmak daha haz verici, mi demiş olduk? tenakuz mu bu? saçmalama mı? hayır, gerçeğin sazı: biri veledilik, biri validilik hazzı. yazı ve tura hazzı.)

      ancak, bütünüyle mi? sınırsızca, hesabsızca mı?

      böyle olmadığını, te'lifat erbabı bilir.

      /ama, yine de, işte, bir irade ortaya koymanın hazzı: erbab/rablık hazzı: hükmetme, fermanını yürütme...

      ...

      bunu böylece tesbitden sonra, yeni bir kapı açıp diyebilirim ki: kimi kitablara rastladığımızda, okurken tanıklık ettiğimiz aklı kullanmanın, zihni işletmenin yepyeni yol ve yöntemleri, yani tefekkür ayinesinin parlaklığı, hayranlığın, gıptanın bulutlarına bindirir bizi; ve, o hale geliriz ki, kuru toprağın yağmuru emmesi gibi okuruz o kitabı, satırları.

   fıtratımızda, güzelliğe karşı zaptedilemez bir meyl geçerlidir. bu yüzden değil mi, hepimiz, harika, şahane gibi güzellik ifade eden kelimeleri hakeden her bir şeye meftunuz... sadece meftun mu, zebunuz da: "bir gözleri ahuya zebun..."

   göz'den alıp söker, söker sökersen, temaşa'ya varırsın: en güzeli temaşa! (rü'yet.)

   en güzeli temaşanın ne tarz bir haz olduğunun tarif ve tasvirini merak ediyorsanız, az söz ile çok ma'na kaidesince, heman haber vereyim: ahmed avni konuk beyefendinin mesnevi-i şerif şerhi'ni okumağa başlamalısınz. (kitabevi yay. 0212.5124328. çatalçeşme sokağı, cağaloğlu, ist.)


      ***

      (mesnevi'den)

      8/3797

      ey onların evine gariban gelmiş habibim, onlara muhalefet etme, müdâra et

     

      ey sûret-perest! mâdem ki biri iki gören şaşıların arkadaşıyız, müşrikce konuşmak lâzım


      3798

      ey onların arzında konuklayan konuk! murad edip istedikleri şeyi verip onları râzı et!


      3891

      eğer kaynayan yağ içine su koyar isen, ocağı ve çömleği harab edersin!

      (...sert söz ile nasihat, soğuk su kabilindendir...)


      3802

      mülâyim söyle, lâkin, gayr-ı savâb söyleme! hitab-ı mülayetde vesvese satma!

      (...yumuşak söyle, fakat, hak yoluna celbedeceğim diye nefsinin hazzına münasib ve gayr-ı savâb söz de söyleme!)


      3804

       çamur yiyene de ki: şeker iyidir! fâsid yumuşaklık etme, ona çamur verme!

     

   ______________________________________________
 
 


   suyla gelen selle gider mi?


   babil ve irem bağları, su tesisatı, ya'ni suyu boyunduruk altına alıp verimli kullanmak ile, bağ oldu, bağban oldu. insanlar ekip biçdi, gülüp eğlendi, bereket boyları aşdı. biri, omuzuna boş bir sepet alsa, birkaç adım gitse, ağaçların dallarından sarkan meyvelerden çarpanlarla doluverir idi. insanların eşyası, alet edevatı, kapıları, eşikleri, çerçeveleri, merdivenleri, eşeklerinin semerleri altın ve gümüşden idi. bolluk bu dereceye vardı. allah'ın hazinelerinden bir şey eksilmedi. ama, günden güne eksilen bir şey vardı: şükür. çoğalan bir şey vardı: nankörlük ve bencillik ve kibir.

   sonunda bıktılar bollukdan ve bereketden ve rahat ve huzurdan.

   şımarıp, yokluğu, yoksulluğu ve zahmeti ister oldular.

   burada, alttan alta, "biz istesek de, kendi maharetimizle inşa etdiğimiz bu mamuriyet sona ermez, bakidir ve ebedidir" hezeyanı, gururu (aldanması) ve büyüklenmesi vardı. "biz ne kavi yapıcılarız, ne mahir ekicileriz, ne usta dikicileriz" ucubu...

   tabii, yağmurun su kanallarında toplanıp rahmet olmasıyla, yani, suyla gelenin, selle bozulup gideceğini akledemediler, akledemediler, akledemediler...

   suyun, aynı gökden inen aynı suyun hem rahmet, hem felaket olacağını  akledemediler... akledemediler...

   o muhteşem, o efsane su kanalları sele kapılıp devrildi ve su altında gömülü kaldı. binlerce sene sonra, ibret-i âlem için, müze (ören) halinde meydan yerinde yerini aldı...

   mühür sahibi rabb'il-alemin ne yücedir...

   sübhanallah...

   aklını  kullanıp gözünü açarak etrafına bakabilene selam olsun, vesselam...