ABD'nin yeni Başkanı Barack H. Obama'nın Salı günü ant içerek göreve başlarken yaptığı konuşma onun genel vizyonu ve izlemesi muhtemel politikalar hakkında bazı ipuçları veriyor.


Bundan önce şunu belirtmek gerek ki, kökeni ve bilinen hayat hikáyesi nedeniyle, Obama'nın ABD'ye Başkan seçilmesinin tarihi bir önemi var. Bu, onun izleyeceği şu veya bu politikadan bağımsız olarak böyle.

Daha önceki konuşmalarından bildiğimiz hitabet ve belágat yeteneğini yeni Başkan'ın göreve başlama konuşmasında da görüyoruz. Bu yeteneğin Başkan Obama'ya hatırı sayılır bir avantaj sağladığı açık: Dikkatleri henüz tam belirginleşmemiş veya belirginleştirmekten bilinçli olarak kaçınılmış politika tercihlerindense, herkesin onaylayacağı ilkeler üzerinde toplamak. Bu da tabii hem yeni Başkan'a 'devlet'i tanıyıncaya kadar zaman kazandırıyor, hem de daha işin başında kimseyi karşısına almamış oluyor.

Retoriğin arkasına bakarsak, Başkan Obama kısaca şunu söylüyor: Bir süredir kendine güvenini, başarma iradesini ve uluslararası camia nezdindeki saygınlığını yitirmiş görünen, 'çökmeye mahkum' olduğu düşünülen ABD'nin silkinip kendine gelmeye, bir 'yeniden kuruluş'a acilen ve şiddetle ihtiyacı var. ABD'nin yeniden öncü, güçlü ve dünyada saygın bir güç haline gelmesi için, bir yandan kendi kuruluş döneminin yaratıcı ruhuna ve ideallerine geri dönmesi, sorumluluk duygusunu ve kendine güvenini yenilemesi; öbür yandan da kendi dışındaki dünyaya daha bir barışçı ruhla, işbirliği ve mutabakat arayışıyla bakması ve tevazuyu elden bırakmaması gerekiyor.

İlginçtir ki, Başkan Obama genel olarak ülkesine alçakgönüllülük tavsiye ediyor ama galiba kendisini bundan istisna ediyor. Öyle ya, kendisini ABD'nin 'kurucu atalar'ıyla aynı düzlemde konuşlandıran, ülkesinin 'yeniden kuruluş'unun kendisiyle başlayacağını varsayan ve kendisine bu büyük 'yürüyüş'ün öncülük veya liderliği payesini yakıştıran bir Başkana hiç mütevazi denebilir mi?...

Öte yandan, Obama'nın uluslararası ilişkilerde barıştan ve işbirliğinden söz etmesi de onun döneminde ABD'nin güç kullanma anlayışından tamamen vaz geçeceği anlamına gelmiyor. Nitekim daha konuşmasının başlarında ABD'nin 'yaygın bir şiddet ve nefret ağına karşı savaşta' olduğunu hatırlatıyor ve daha sonra 'amaçlarını teröre başvurmak ve masumları boğazlamak suretiyle gerçekleştirmeye çalışanlara', sonunda onları yeneceklerini söylüyor. Dahası, tuhaf -Bushvari- bir biçimde, bu meseleyi Amerika'nın 'hayat tarzını savunmak'la ilişkilendiriyor.

Başkan Obama Irak'ta sorumluluğu Irak halkına bırakacaklarını söylüyor ama ne bunun için yakın bir tarih veriyor, ne de bu ülkeden tamamen çekeceklerine ve orada bir tür sömürge yönetimi kurmayacaklarına dair bir vaatte bulunuyor. Mamafih, Başkan'ın güvenlikle hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi idealler arasında bir tercihte bulunmak düşüncesinin yanlış olduğuna dikkat çekmesi, ABD'yi barışçı ve onurlu bir gelecek isteyen herkes için dost ilan etmesi, güçlü olmanın kendilerine keyfi davranma hakkı vermediğini belirtmesi ve gücün yanında güdülen davanın haklılığına dikkat çekmesi önemlidir. Bu arada, İslam dünyasına uzattığı 'barış çubuğu' da: 'Karşılıklı çıkarlara ve karşılıklı saygıya dayanan yeni bir yol'.

Başkan Obama'nın doğrudan doğruya ülkesinin içine dönük mesajlarını -hukuka ve insan haklarına yaptığı vurguya ek olarak- iki noktada toplamak mümkün: Amerika'nın çok dinli ve çok kültürlü yapısının bir güç kaynağı olduğu ve toplumun dezavantajlı kesimlerinin kayıracağına inanılan müdahaleci bir iktisadi politika. Kampanya dönemindeki konuşmalarında olduğu gibi, Obama bu sefer de ülkesinin dini ve kültürel çeşitliliğini tanıma ve takdir etmenin ötesinde herhangi bir 'kimlik siyaseti' vaat etmedi. Buna karşılık, özellikle siyahların dezavantajlı durumunu bir ölçüde düzeltmeyi iktisadi ve sosyal politikalarla gerçekleştirme yolunu tutacak gibi görünüyor. Ama şu var ki, özellikle de mevcut iktisadi kriz ortamında kamu harcamalarını daha da artıracak politikalar gütmenin yoksunlar ve yoksulların durumunu kalıcı olarak iyileştiren sonuçlar vereceği hiç de kesin değil.

Star Gazete