Herhalde hâlâ bazı sinema-larda gösterili- yor olması lazım, başrolünde eski Amerika Başkanlarından Richard Nixon'u canlandırmasıyla Oscar'a aday olan Frank Langella'nın oynadığı Nixon/Frost filmi.
Film, ünlü Watergate skandalı sonrası Amerikan Başkanlığı'ndan istifa etmek zorunda kalıp utanç verici bir emekliliğe zorlanan Richard Nixon ile Amerikan televizyonlarında yeniden çıkış yapmak için yanıp tutuşan İngiliz televizyoncu David Frost'un o meşhur
televizyon söyleşisini temel alan müthiş bir insan hikâyesi.
Nixon, uzun süren sessizliğini bu söyleşiyle bozarak kaybettiği onuruna yeniden kavuşmak, kendi başkanlığı döneminde önemli başarılara da imza attığını yeniden hatırlatmayı amaçlıyor. David Frost ise, Nixon'ı TV'de mahkûm ettirerek, en azından ağzından 'Yaptıklarımdan pişmanım, özür dilerim' gibisinden bir cümle almak ve yeniden Amerikan TV'lerine dönmek peşinde.
Epey bir paragöz olduğu anlaşılan Nixon, bu söyleşi için ayrıntılı bir kontrat imzalıyor. Buna göre dört bölümden oluşacak olan söyleşinin sadece bir bölümünde Watergate konuşulacak, diğer bölümlerde Çin'le başlayan yumuşama, diğer dış politika konuları ve insan olarak Nixon üzerinde durulacak.
Konu Watergate'e gelene kadar, ilk üç bölümde Nixon zekâsı ve tecrübesiyle Frost'u ezip geçiyor, kendi söylemek istedikleri dışında tek kelime bile söylemiyor, hatta zamanı bile o kontrol ediyor.
Frost ve ekibinde moraller bozulmuş durumda. Söyleşiye verilen birkaç haftalık aradan faydalanan herkes bir tarafta.
Bir gece vakti, ağır mali bunalım içindeki Frost delirmek üzereyken telefonu çalıyor, arayan Nixon.
Eski Başkan, kendisine daha önce Frost'la ilgili bir dosya sunulduğunu, onu ancak o akşam okuduğunu söyleyerek söze giriyor. Konuşmanın bir yerinde Nixon, kendisiyle Frost'un benzer sosyal geçmişten geldikleri için benzeştiklerini anlatırken, 'Sen de ben de fakir ailelerin çocuğu olmamıza rağmen çok iyi okullardan mezun olduk. Ben okulu birincilikte bitirdiğim halde, o kendini soylu sanan mavi kanlıların beni hep küçümsediklerini fark ettim. Amerika'ya Başkan seçildim, o küçümsemeden kurtulamadım' der.
Filmin dönüm noktası da zaten bu konuşma olur. Daha fazla anlatıp filmi seyretmeyenlerin canını sıkmayayım şimdi.
***
Filmi seyrettiğimden ve Nixon'ın bu sözlerini duyduğumdan beri Türkiye'nin kimi merkez sağ siyasetçilerini düşünüyorum ve onlarla empati kurmaya çalışıyorum.
Mesela Süleyman Demirel'in kendisini dışlayan 'cumhuriyet eliti'ne nasıl kabullendirmeye çalıştığı aklıma geliyor.
Mesela Turgut Özal'ın benzer çabaları.
Mesela Recep Tayyip Erdoğan'ın kendisini yok saydığını, gelip geçici saydığını düşündüğü kesimlere karşı tutumu.
Ama mesele sadece bir sosyal kabul, bir sınıf atlama, bir üst sınıf saydığı kesimin saygısını kazanma meselesi değil. Olamaz da.
Öyle olursa, yani, Anadolu'dan veya görece fakir kesimlerden çıkıp gelen politikacı, meseleyi sadece bir sınıf atlama meselesi, yüksek sınıfın saygısını kazanma meselesi olarak görürse, kendisini kabul etmeyenlere karşı bir hınç besleyebilir.
Bir dönem Demirel'de, bir dönem Özal'da ve şimdilerde Erdoğan'da gözlediğimiz şey bu mu?
Bence bu kadar basit değil.
Sahiden de, devlet yöneten siyasetçiye bu ruh halini yakıştırmak zor.
Birincisi, eğer halkın oylarıyla seçilip geliyorsa, kendisini o seçmenden başka kimseye kabul ettirmesi, başka kimseden onay araması gerekmiyor siyasetçinin.
Ancak tam burada bizdeki ikinci savrulma noktasına geliyoruz. 'Ben halktan oy alıyorum, siz de kim oluyorsunuz' diye düşünülerek bir demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarına ve usullerine karşı da bir hınç başlayabiliyor. Bunları da aynen Anayasa Mahkemesi ve Danıştay'la savaşırlarken Demirel'de de, Özal'da da gördük, dün yargıyla bugün medyayla savaşırken Erdoğan'da da görüyoruz.
Siyasetçinin seçmen dışında kimsenin kabulüne ihtiyacı olmadığı, başka bir kabul veya onay makamına bakmaması gerektiği çok doğru.
Ama demokrasinin kurum, kural ve usullerine en az kendisine karşı gösterilmesini istediği kadar saygıyı göstermesi de, politikacıdan beklenen bir şey.
Unutmayın, tarih siyasetçiyi niahetinde, kimlerin sofrasına oturduğu veya oturmadığıyla değil, halkının refahına ne kadar katkıda bulunduğu, ülkesinde demokrasinin kalitesini ne kadar arttırıp artırmadığıyla yargılıyor.
Ve yine unutmayın, ne kadar hukuk devleti ve demokratik istikrar, o kadar zenginlik.
Bu formülü unutan, gözardı eden, tarih tarafından çok da hoş görülmüyor.
Kaynak: Radikal