Şu anda Cumhurbaşkanı seçimi meçhullerde duruyor. "Halk seçsin"e karşı direniş var. Yeni Meclis"e, AK Parti"nin üçte iki çoğunluk getirmesine karşı endişe var. Bunun için her türlü faullü vuruşla AK Parti"yi silkeleme harekatı var. Ana muhalefeti, ülkenin en duyarlı konularını meydana sürerek projelendirilmiş kitle hareketleri ile güçlendirme operasyonu var. Terör, şehitlik, ülke bütünlüğü gibi bir başka duyarlı alanı kaşıyarak Meclis"e bir üçüncü parti sokmak üzere siyaseti tanzim harekatı var. Bütün bunlar Türkiye"yi sancılı bir ülke haline getiriyor, Türkiye"nin ayak bağı oluyor, toplumu kısır çekişmeler içinde boğuyor. Ve zamanı-çağı kaybediyoruz. Nesilleri kaybediyoruz.
11"inci Cumhurbaşkanı"nı, 8"inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 9"uncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve 10"uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer"in seçildiği anayasal şartlarla seçebilseydik, her şey yolunda gidecekti. Devir - teslim yapılacak, yeni Cumhurbaşkanı göreve başlayacak, seçimler zamanında yapılacak, parlamento yenilenecekti. Demokratik süreç kâmil manada işleyecekti.
Ama olmadı. Anayasa aynı anayasaydı, kurallar aynı kurallardı, ama kurallar, yeni Cumhurbaşkanı adayının kimliğine göre yeniden yorumlandı ve cumhurbaşkanı seçilemedi.
Aslında bir odakta, bu Meclis"in Cumhurbaşkanını seçmemesi iradesi, taa 3 Kasım 2002 seçim sonuçları ortaya çıktığında oluşmuştu. Yeni cumhurbaşkanını seçmek bu Meclis"in görev süresi içine giriyordu, Ak Parti"nin Meclis"te üçte iki çoğunluğu vardı ve Cumhurbaşkanını seçebilirdi.
Devlet geleneği şöyleydi:
Sandıktan hükümetler çıksa bile Devlet aygıtı o iradeyi kontrol edebilirdi. Devlet aygıtı sivil ve askerî bürokrasiden oluşmaktaydı. Ve o yapının oluşumunda Cumhurbaşkanı"na önemli roller yüklenmişti. Cumhurbaşkanlığı bir şekilde kontrol edilebilirse devlet diye ayrı bir merkezî güç steril alanda tutulabilirdi.
Cumhurbaşkanı Meclis"te seçiliyordu ama, Meclis içi uzlaşma arayışları içinde Devlet nabzı bir şekilde hissettirilip, gerekirse kriz politikaları ile, yağ suyun üstüne çıkarılabilirdi.
Ama şu 3 Kasım seçimleri her şeyi allak bullak etmişti.
Meclis aritmetiği öylesine şekillenmişti ki, Cumhurbaşkanlığının elden gitme riski gelip devlet gündemine oturmuştu. Hatta Ak Parti gibi sürpriz bir aktörün inisiyatifiyle... Ne olmuştu, devletin 28 Şubat operasyonu üç - beş yıl içinde iflas ile karşı karşıya mı kalmıştı?
Hoş, Türkiye"de askerî müdahale sonrasında genelde böyle olmaktaydı. Kendisine karşı darbe yapılan siyasi düşünce, belki kısmi dönüşümlerle çok daha güçlü biçimde yeniden gelmekteydi. İşte Ak Parti de yoğun bir budama operasyonunun ardından çıkıp gelmişti.
Evet, bir değişim, dönüşüm, yenilenme... ne denirse densin... yaşadığı ifade ediliyordu ama, devlet odağından bakıldığında, her şey Takıyye diye okunuyordu. En azından yoğun şüpheler vardı. Evet, devlet gözlüğüyle bakıldığında gelen "onlar"dı ve onlar işi götüreceklerdi.
Götürmeli miydiler?
Götürmelerine izin verilmeli miydi?
Bir kere götürürlerse bir daha geri alma imkanı olur muydu?
Bu, 1946"dan bu yana gösterilen derin direncin artık kırılma noktası mıydı?
60 yıl içine sığan yukardan aşağı ve sistem dışı, darbeden örtülü müdahaleye kadar uzanan tanzim hareketleri toplumu tanzime kafi gelmemiş miydi?
Götürmemeleri için bir şey yapılabilir miydi?
28 Şubat sürecinde asker, yargı, medya, iş âlemi, işçi âlemi, cumhurbaşkanı bir derin blok oluşturmuştu. Bu bloka uluslararası kuşatma dahildi; çünkü hükümetin Refah kanadı, bölgedeki uluslararası derin kuşatma için tehdit olarak algılanıyordu. Üstelik siyasi kadronun parçalı yapısı, derin kuşatmaya fazla direnecek güçte değildi.
Ama bu defa işler değişikti.
Siyasi kadro blok bir yapı oluşturmakta, buna karşılık derin cephe çatlaklar barındırmaktaydı. Medya 28 Şubat"tan bambaşka açılımlar içindeydi, andıçlanma deneyimini, artı kullanılma ezikliğini yaşamış, provokasyonlara karşı da bir miktar şerbetlenmişti. 28 Şubat"ın kapalı düzeninde devletin nasıl soyulduğu görülmüş, bu, sivil toplum - iş - işçi âleminde çatlaklar oluşturmuştu. Ve AB süreci, sistem üzerindeki "Asker gölgesi"ni azaltmak amacıyla projektör altına alınmıştı. İlginç olan, bu süreçte, Ak Parti"nin üstlendiği öncü misyondu. Bu, Refah Partisi ile en önemli farkı oluşturuyor, o siyasi zemine yönelik peşin uluslararası redleri önlüyordu.
Bu, Türkiye - Batı ilişkilerinde önemli bir kırılma noktasıydı.
Bugüne kadar genelde Batı dünyası ile içerdeki derin odaklar iş birliği içindeydi. Çünkü "Batılılaşma - Çağdaşlaşma misyonu"na onlar sahip çıkıyorlardı. Müslüman bir toplum onların yukardan aşağı düzenlemeleri ile Batılı bir toplum haline dönüşecekti.
Bu, toplumla sürtüşmeler getirdi. Üstelik Batılı normlara karşı da kuşku oluşturdu.
AB ile ilişkiler, ard arda gelen askerî müdahaleler sebebiyle toplumdaki demokrasi arayışına denk düştü.
Denk düştü, çünkü halkın önemli bir kısmı iç dinamiklerle demokratikleşememe gibi bir kaygıyı paylaşmaya başladı.
Acaba AB ile ilişkiler sistemi üzerinde halk iradesini belirleyici hale getirebilir miydi?
28 Şubat sonrası... halktaki burukluk... siyasi ve bürokratik kadroların yolsuzluklarla yıpranması... ve Tayyip Erdoğan"ın karizması...
Buradan yeni Türkiye denklemi doğdu.
Tayyip Erdoğan, uluslararası meşruiyyet problemini çözmek için adımlar attı. Muhtemelen Amerika ile Sizinle ideolojik bir karşıtlık içinde olmayacağız, Türkiye"nin çıkarları zemininde iyi ilişkiler geliştirebiliriz yollu bir ortak zemin oluşturdu. Bu arada AB normlarının Türkiye"ye taşınması öncülüğüne soyundu. "İçeri"yi tanzim edecek dış dinamik AB olabilirdi ve Türkiye buradan demokratik yürüyüşünü tamamlayabilirdi. Bu, aynı zamanda içerdeki Batıcı ama derin odaklara ters bir yumruk anlamına gelirdi. Batı ise işte Batı demekti bu, ama, o odağı sersemleten bir tür sağ kroşe halinde bir durumdu.
Bu noktada Tayyip Erdoğan"ın bunu tabana anlatma problemi vardı. Çünkü taban, kökü belki Osmanlı"ya uzanacak biçimde Batı karşıtı olarak gelmişti. Batı demek, inanç, - değer dönüşümü demekti. Oysa bu coğrafyadaki varoluş, bir değer farkı varoluşu idi.
Tayyip Erdoğan yola çıktı, taban kuşkudan kurtulmadı, ama derin odaklarla her karşı karşıya gelişte, yani her demokrasi arayışında AB normlarından yardım alındığı için, taban, AB ile birlikte yaşamaya başladı. Zaman zaman AB, kuşku doğuran tavırlar ortaya koydukça tabandaki duyarlılık harekete geçiyor, ama kısa süre sonra yeniden demokrasi tartışmaları gündeme geldiği için, AB ile birlikte yaşama yönelişi ortaya çıkıyordu.
Bu arada, o güne kadar Türkiye"ye Batılı değerleri taşıma misyonu içindeki derin odaklar bir şaşkınlık yaşadılar. Avrupa ile bir başka ittifakın doğmakta olduğunu ve bu ittifakın onların sistem içindeki belirleyiciliklerini aşındırdığını gördüler. Bu defa onlar, geniş halk topluluklarının öteden beri duyarlı olduğu Batı ile ideolojik alanları kaşımak istediler. Ama inandırıcılık sorunu yaşadılar. Geniş halk kitleleri AB ile sorunlu alanlar bulunduğuna inanmakla birlikte, derin odakların o alanlarla ilgili tavrını "etkinlik kaybı"na karşı bir hamle gibi okudular.
Böyle böyle, sistem dönüşmeye, yani halk iradesi daha belirleyici olmaya başladı.
3 Kasım 2002 ile gelen Meclis tam bir şok idi.
Ak Parti"nin 4,5 yıllık iktidarı önemli ölçüde bir yıpranma getirmemişti. Üstelik alternatif bir siyasi hareket de yoktu. Bir dönem daha Ak Parti iktidarı kaçınılmaz görünüyordu.
Bir de Sezer misyonunda biri olmazsa...
Yani Cumhurbaşkanlığı da giderse...
Cumhurbaşkanı tarafından bloke edilen bürokratik yapı sandığa yansıyan halk iradesi istikametinde değişirse...
Bu çoğunluk diktası mıydı, demokratikleşme sürecinin gerçekleşmesi miydi?
Aslında Cumhurbaşkanı"nın bir ipotek düzeninin sembolü olarak görülmesi yanıltıcıydı. Sonuçta Cumhurbaşkanını Meclis seçmekteydi, Meclis"i de halk seçmekteydi. Yani dolaylı da olsa Cumhurbaşkanı seçimini halk iradesi belirlemekteydi.
Ama muhtemelen derin odaklar, Meclis iradesini, birtakım kombinezonlarla yönlendireceklerini düşünmüşler ve halk iradesinin bu anlamda belirleyiciliğinden kuşku duymamışlardı.
Ama işte sandık bambaşka bir tablo çıkarmıştı ortaya... Üçte iki çoğunlukla Cumhurbaşkanını seçme imkanına sahip bir partiye güç vermişti halk.
Yani varıp varıp halk iradesine toslanıyordu. Gelinen nokta, artık her şeyin değiştiği bir nokta mıydı yoksa hâlâ sistemi derin odaklar adına kontrol imkanı var mıydı?
***
Şu anda Cumhurbaşkanı seçimi meçhullerde duruyor.
"Halk seçsin"e karşı direniş var.
Yeni Meclis"e, Ak Parti"nin üçte iki çoğunluk getirmesine karşı endişe var.
Bunun için her türlü faullü vuruşla Ak Parti"yi silkeleme harekatı var.
Ana muhalefeti, ülkenin en duyarlı konularını meydana sürerek projelendirilmiş kitle hareketleri ile güçlendirme operasyonu var.
Terör, şehitlik, ülke bütünlüğü gibi bir başka duyarlı alanı kaşıyarak Meclis"e bir üçüncü parti sokmak üzere siyaseti tanzim harekatı var.
Bütün bunlar Türkiye"yi sancılı bir ülke haline getiriyor, Türkiye"nin ayak bağı oluyor, toplumu kısır çekişmeler içinde boğuyor.
Ve zamanı - çağı kaybediyoruz. Nesilleri kaybediyoruz.
Bunu nasıl anlatmalıyız ki, hep birbirini çelmelemeye göre odaklanmış yürekler, bir başka şekilde atmaya başlasın? Nasıl?
Yazarımızın bu yazısı Aksiyon dergisinden alıntılanmıştır.