Öyle görünüyor ki istinkar sorusu, içinde yeteri kadar ciddiyet barındırmadığından aynı ciddiyette bir araştırma ve incelemeyi de beraberinde getirmiyor. Bu soru biçimi, gerçekte çok daha farklı olduğu halde sanki daha çok mizaha ya da gereksiz varsayıma daha yakın gibi duruyor.
1. Zira bu soru biçimi her biri farklı alanlarda geçerli olan iki farklı kavramla ilgili karşılaştırma yapıyor, biri dinler ve inançlar alanında diğeri ise siyasi ve kültürel kimlikler alanında.....Halbuki karşılaştırma aynı cinse sahip olan şeyler arasında yapılır, kaldı ki bu ikisi de farklı iki alana hitap etmektedir.
2. Bu durumun (aynı anda Müslüman ve İngiliz olmanın) mümkün olup olmayışı, fikri bir çabaya ve isbat etmeye yarayan delillere muhtaç değildir, zira binlerce farklı camide namaz kılan, İngiltere’nin çeşitli yerlerinde okulları ve merkezleri olan, günlük hayata katılım gösteren yüzbinlerce İngiliz vatandaşı Müslüman’ın durumu bunu ortaya koyar niteliktedir. Gerek haklar gerekse yükümlülükler bakımından onlar vatandaşlık sorumluluğunu üslenmiş durumdadırlar. Yerel ve parlamento seçimleri aracılığıyla kamusal işlerin yürütülmesine ortak olmak da buna dahildir. Neredeyse devletin her kademesinde varlar, hatta varlıkları ve etkileri sürekli bir artış gösteriyor. Müslümanların parlamentoda temsil edilmeleri ise ilk kez 1997 senesinde başladı. 2001 yılında yapılan seçimlerde ise ikiye katlandı ve Müslümanlar parlamentoda iki kişiyle temsil edilir oldular. 2005 yılındaki seçimlerde de katlanarak Müslüman milletvekili sayısı dörde çıkmış oldu. Bu seneki seçimlerde ise bu sayı 9’a fırladı. Bunun yanında seçilmiş onlarca belediye başkan ve belediye meclis üyesini hatırlatmaya gerek bile yok. Irkçı Parti hariç Müslümanlar bütün partilerde varlar, dolayısıyla bundan daha büyük bir tanıklık olabilir mi?
3. Peki bütün bunlara rağmen İslam’ın içinden ya da dışından bunu bir sorunmuş gibi ortaya koymaya iten neden nedir? Özellikle şunu belirtmekte fayda var, her ne kadar İslam’ın kaynakları tekse de onun anlamı insanlar arasında farklılık arz ediyor. Şimdiye kadar İslam adına konuşan bir kilise olmadı, bu da İslam’ın içerisinde birbirinden farklı mezhep ve anlayışların gelişmesine izin verdi. Sabit vahiy nassının belirli bir bölgenin medeniyet ve kültürel verileriyle etkileşime girmesi sonucunda Arap kültürünün yanında Farisi, Hint, Türk, Mali ve Afrika kültürleri gelişti. Peygamber, Arapların her şeyiydi (devlet kurucusu, medeniyet inşacısı, fetihlerinin komutanı olması hasebiyle onlar açısından bir şerefti. Ama peygamber’in (s.a.v) bütün insanlara gönderilmesinin bir sembolü olarak -Biz seni ancak alemlere rahmet olasın diye gönderdik, Enbiya/107- Farslardan, Rumlardan, Habeşlerden ve diğer milletlerden insanlar da bulunmaktaydı. Öyleyse bu bir sorun olarak neden ortaya konsun ki?
4. Müslümanlar içerisindeki sertlik yanlılarıyla gayr-i müslimlerin ırkçı ve faşistleri ne kadar gürültü çıkarırlarsa çıkartsınlar küçük bir topluluktur ve benzerleri bütün mezhepler ve dinler içerisinde mevcuttur..Dinle vatandaşlığı birbirine karıştırmaktadırlar. Bu nedenle de her ikisini de yanlış anlamakta ve kralların kilise ve papalarla egemenlik olarak özetlenebilecek bir mücadele sonucu ortaya çıkmış olan, halkın kendisine mal ettiği modern dönemlerdeki demokratik ulus devletin temelini oluşturan vatandaşlığın anlamını çarpıtıyorlar.. İsterseniz buna, İngiltere’de 13. yüzyıldan beri süregelen ve Magne Carta’nın temsil ettiği, ancak 17. yüzyılda yaşanan devrimler ve siyasi gelişmelerle birlikte zemininin daha da genişlediği ve ardından kadınları ve gençleri de içine alarak bütün vatandaşlara şamil olan siyasi katılım adını da koyabilirsiniz. Vatandaşlık, İngiliz ansiklopedisine göre uyrukluğun müteradifidir. Belirli bir ülkenin uyrukluğunu taşımak, seçimler, kamusal görevlerin üslenilmesi gibi bir takım siyasi haklar kazandırır.
Aynı şekilde vatandaşlık, anayasal haklara sahip olunmasının ve asgari sosyal hakların elde edilmesinin yanında demokratik devlette, devletin pasaportuna sahip olan herkese devlet tarafından eşit muamele anlamına gelir.
Aşırılık yanlılarının vatandaşlık kavramına Hristiyanlık ya da Yahudilik gibi akaidi bir elbise giydirme çabalarına rağmen (Nitekim Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı, Hristiyanlık kulübü olarak addedilirken İsrailli yöneticiler Yahudi devletinde Yahudi olmayanlara ikinci dereceden bir vatandaş muamelesi yapmakta, onları yok etmeye, zorunlu göçe tabi tutmaktadır. Bunun bir başka örneği de İslam’dır. Zira bazı İslamcı düşünürler Müslüman’ın vatandaşlığı onun akidesidir ifadesini kullanmaktadırlar. Bkz. Seyyit Kutup, Yoldaki İşaretler. Halbuki öte yandan Medine’de Müslümanlar oluşturdukları anayasalarıyla gayr-i Müslimleri de içine alacak şekilde vatandaşlığı genişletmiş, Yahudi kabilelerini muhacirler ve Ensar’dan Müminlerle bir tutmuşlardır. Bkz. Siyer-i İbni Hişam).
Burada inanç toplumundan değil, siyasi bir toplumdan bahsedilmiştir. Zira Medine devletindeki sözleşmenin tarafları, sadece ve sadece kendisine katılanı vatandaş olarak kabul etmiştir. Bunun doğal bir sonucu olarak Mekke’de kalan Müslümanlar, devlet tarafından yapılan belirli anlaşmalar ve muahedeler dışında vatandaşlık hakkına sahip değillerdir. İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.
Böylelikle üyelik cemaate/topluma izafe edilmektedir ki bu da vatandaşlıktır. Böylelikle toplumun-cemaatin üyesi, himaye ve bakım gibi bir takım hakları elde ederken devlet de ona vergi ve vatan müdafaası gibi bir takım sorumluluklar yükler. Burada haklar ve yükümlülüklerin zadece belirli bir dinle sınırlanması söz konusu değildir. Bu çerçevede Medine Yahudileri, Medine anayasasına göre o toplumun bir parçasıydılar. Ancak sözlerinde durmamaları ve ihanetleri nedeniyle sürgün edildiler.
Devletin parçası olmakla akidenin üyesi olmayı birbirine karıştırmak, belirli bir dine mensup olmayan insanların ellerinden vatandaşlık haklarının ellerinden alınmasıdır. Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların aşırılarıyla, demokratik vatandaşlıkla laikliği birbirine karıştıran laik aşırıcıların yaptığı gibi herkese zorla laiklik elbisesini giydirmektedirler. Halbuki demokrasi de tıpkı vatandaşlık gibi hak ve sorumluluklarda kanun önünde eşitlik ile halk egemenliğine dayalı bir devlet sisteminde farklı etnisiteler arasında ortak yaşamı mümkün kılan faydalı sözleşmeler ve düzenlemelerden ibarettir.
İngiliz bir Müslüman olma durumunu kabul etmeyi hazmın zor olması, sadece modern devletin üzerine inşa edildiği vatandaşlık ilkesini anlayamamaktan ya da hangi toplumun üyesi olduğuna bakılmaksızın eşit haklara sahip olduğu bir durumun anlaşılmamasından değil aynı zamanda İslam’ın ilkelerini de anlayamamaktan kaynaklanıyor.
İslam din ve bir yaşam biçimidir. Allah’ın birliğine inanmaya, onun yerleri ve gökleri yarattığına, bu dünyadaki her şeyi insanın hizmetine verdiğine inanmaya dayanır. Bütün insanlar tek bir aileden ve tek bir kökten gelmektedirler. Allah onlara kendisinden bir rahmet olarak sonuncusu Muhammed s.a.v. olan peygamberler aracılığıyla insanlara bir çok ahlaki değerler bildirmiş ve rablerini bilip tanımaları, ona sadece ona kulluk etmeleri ve yeryüzünü imar etmek ve aralarında kardeşlik, adalet ve eşitlik temelinde bir ortak yaşam biçimi getirmek için çeşitli yönlendirmelerde bulunmuştur. Bir diğer inanç konusu ise, insanoğlunun ölümden sonra diriltilerek ölümsüzlüğün olduğu mutlu ya da mutsuz başka bir hayat düzeyine geçecekleri hususudur.
Her ne kadar geçmişteki bir takım uyarılar sadece belirli bir kavme yönelikse de Muhammet s.a.v’in peygamberliği, beşeriyetin ve beşeriyetin kullandığı iletişim araçlarının ilerlemesini önceden haber vermek üzere gelmiştir. Evrensellik, Hristiyanlık’ta olduğu gibi kendisine sonradan eklenen bir özellik olmayıp bizatihi kendi karakteridir. İslam’ın ilk hitaplarından biri “Ey insanlar”, “Ey adem oğulları” şeklinde olmuştur. Böylelikle İslam, insanları yeni misyona inanmaya çağrmış ancak yine de onlara bu dini kabul etme ya da ondan yüz çevirme seçeneğini de bırakarak medeniyet tarihinde ilk kez inanç özgürlüğünü “Dinde zorlama yoktur” (Bakara, 256) ayetiyle tescil etmiştir.
Bununla İslam, ister tevhidi semavi olsun isterse putperest olsun, tıpkı müminlerin kendi içindeki zenginliği kabul ettiği gibi öteki dinlerin çoğulcu yapısını da kabul etmiştir. Her mümin, nasıl ki rabbine herhangi bir aracı olmadan ibadet ediyorsa, sahip olduğu ilmi düzeye göre ve bunun sorumluluğunu Allah karşısında üslenerek, insanlara cennete giriş fermanları dağıtan herhangi bir referansa ya da otoriteye ihtiyaç duymaksızın Kuran’ın nassının yorumunu da yapabilir. Her Müslüman’ın sahip olduğu ilim kadarıyla içtihada bulunma hakkı vardır, o Allah karşısında bunun sorumluluğunu tek başına üslenir. “İnsanlar sana fetva verseler de sen yine de kalbine danış”…
Tarihsel İslam’ın gelişimini diğerlerinden ayıran şey, bu dinin kendi siyasetini ve özelliklerini ona dayatan bir devletin gölgesinde büyümemiş olmasıdır. Örneğin Hıristiyanlık için bunu söyleyemeyiz, zira Roma Hıristiyanlığı kabul ettiğinde Roma imparatorluğu Hıristiyanlaşmamış bilakis Hıristiyanlık Romalılaşmıştır.
İslam, özgürlükçü bir ortamda neşet etmiş, bilahare ırki ve dini olarak çoğulcu bir toplumda örnek tatbikatını hayata geçirebilmeyi başarmış bir devlet kurarak içinde Yahudi kabilelerin de bulunduğu bu toplumun çeşitli parçalarından “Sahifelerin” yani bütün ülke bireylerinin vatandaşlığını tanıyan ancak bununla birlikte her topluluğun dini ve ırki özelliklerini tek bir devlet çatısı altında korumayı taahhüt eden Medine anayasasının çoğulcu yapısı üzerine kurulu kültürel, siyasi ve toplumsal bir kimlik oluşturabilmiştir.
Her ne kadar bu şuraya dayalı örneklik tecrübesi, dar kabilevi mirastan ve teokratik yönetimin egemen olduğu imparatorluk örneklerinden olumsuz bir şekilde etkilenerek uzun soluklu olmamasına rağmen, İslam toplumları, İslam tarihi boyunca din savaşlarından ve ırkçı faşist baskılardan uzak kalan bir toplum yapısını sürdürmeyi başardı. Nitekim dünyanın en eski kiliselerinin ve Yahudi havralarının İslam toprakları sınırları içerisinde var olması da bunu destekler niteliktedir. Bu yüzden Yahudiler İspanya’daki Endülüs medeniyeti çökmeden önce baskıya maruz kalmamış, oradan kaçmak zorunda kalmalarının ardından Avrupa’da bir sığınak bulamayınca kendilerine İslam yurduna iltica etmek durumunda kalmışlardır.
Yahudilerin Avrupa’da karşılaştıkları baskıların bedelini kendilerine iyilik yapan insanlara ödetmeye kalkmaları oldukça garip bir paradokstur, halen Sarayevo farklı etnisitelerin ortasında bir çoğulculuk timsali olarak durmaktadır.
Dünya Bülteni için çeviren: Özcan İslam