Bütünüyle akıldışı, korku, kaygı, kimi zaman nefret duygusunun belirlediği bir referandum kampanyası sürdürülüp gitmektedir. Prof. unvanlı kişiler, başta iki madde dışında diğer maddelere “aklı başında olan hiç kimsenin itiraz edemeyeceği”ni dile getirmişken, süreç içinde ve büyük bir ihtimalle bu “diğer” maddeler nedeniyle yurttaşların olumlu yaklaşım göstermesi üzerine “aslında paketin diğer maddelerinin de zararlı” olduğuna yönelik bir stratejiye yöneldiler. Kimi yüksek yargı eskileri de “artık kırbaçlar ve taşlar hazır, recm edileceksiniz” biçiminde “insanlığın sonu” senaryolarına beyaz Türkleri inandırmaya çalışıyor. En yüksek hâkimlerden bazıları, “bu pakette aş ve iş sorunu” yok diyerek, aslında Kenan Evren’den hiç farklı düşünmediğini de gösteriyor. Hoş farklı düşünmeyen sadece onlar değil. Kenan Evren ve ekibi, 12 Eylül 1980 tarihinden 7 Aralık 1983 tarihine kadar toplumsal ve siyasal yaşamımızı etkileyen temel yasaların büyük bir kısmını buyurduktan sonra, 7 Aralık 1983 tarihinde toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne(!) yalnızca aş ve iş konularıyla ilgili yasama faaliyetinde bulunmaları gerektiğini emretmişti. Ulusal temsilcilerin temel siyasal konularda söyleyecek bir şeyi olamazdı. Devletliler, üniformalılar, cüppeliler ve kravatlılar nasılsa her şeyi en iyi şekilde düşünenlerden oluşuyordu. Halk temsilcilerinin ilgilenecekleri hususlar yalnızca aş ve iş sorunu olabilirdi. 27 Mayıs Darbesinde bunun farklı olmadığını da biliyoruz. “12 Eylül bizi de mağdur etti” söylemini dile getiren bir siyasal gelenek temsilcisinin de aynı aş ve iş söylemine sarıldığını görünce, 12 Eylül’ün mağdur ettikleri arasında 27 Mayısçıların olduğu ve 12 Eylül’e karşı çıkmanın, aynı zamanda daha yıkıcı olan 27 Mayıs Darbesini sahiplenmeye engel oluşturmadığını gerçeğini hatırlıyoruz.

Yeni anayasayı kiminle yapacaklar?

Bu şaşkınlık içinde kampanyaları gözlemliyoruz. Paket aslında hiçbir yenilik getirmiyor söylemini geçtik. Prof. unvanlıların “paket aslında  zararlı” söylemlerini de geçtik. Paketin yalnızca bir Anayasa değişikliği olması nedeniyle, yeni bir Anayasa imiş gibi tartışılmasındaki en basit mantık kuralını bir kenara iten tutumu da geçtik. Hatta “bakın paketin içeriği ne kadar zararlı ve size neler kaybettiriyor” sözlerinin ardından paket ile hiçbir ilgisi olmayan örneğin memurların emeklilik yaşı gibi konuları, sanki pakette varmış gibi gösterip “tehlikenin farkına” varılmasını bizden isteyenleri de geçtik. Anayasa Mahkemesi’nin paketin en tartışmalı maddelerinin dahi Cumhuriyetin temel ilkelerine uygun olduğuna hükmettikten sonra, yani aslında pakete itiraz edilebilecek hiçbir gerekçe kalmadıktan sonra farklı bir ses tonuyla karşılaşmaya başladık.

Artık doğrudan doğruya sivil siyasete “haddini bilin, yalnızca aş ve iş ile uğraşın” talimatını yöneltme biçiminde son dönemlerde takınılan güler yüzlü maskelerin atılması sürecine geçiliyor. Türkiye tarihi militarist-vesayetçi bir sistemin ara sıra maskelerini çıkardığı dönemleri darbe diye belleyen ve belleten bir tarihten öteye gitmemektedir. 1950-1960 döneminde giyilen maske, 27 Mayıs Darbesiyle birlikte indirildi. 1963 ve sonrasında takılan maske 1971-1973 döneminde yine çıkarıldı. 12 Eylül 1980’de çıkarılan maske ise 1983 Aralı ayında yeniden takıldı. Bunları 28 Şubat 1997 ve 27 Nisan 2007 tarihleri izler. İşte maskelerin takıldığı dönemler, daima ulusal temsilcilerden “aş ve iş” ile uğraşılması beklenen dönemlerdir. Demokratik ulusal temsilciler, bu alanın dışına, örneğin yapısal değişikliklere doğru el atmaya başladıklarında maskeler iner, militarizm tüm boyutlarıyla ve çıplaklığıyla görülür. Yargının maske altında gizli olanın, maskeli dönemde demokratik temsilcilerin aş ve iş çerçevesinde kalıp kalmadığını kontrol etmesine, kuşkusuz ki yargı yapıyor. Bu nedenle yüksek yargıçlardan şu sıralar aş ve iş edebiyatını duyuyor olmamız, en azından bizi şaşırtmıyor.

Ama kimi siyasal aktörlerin “yeni anayasayı biz yapacağız” söylemini nereye koyacağımızı algılamaktan acze düşüyoruz. Bu ülkenin genelinin Anayasa yapım ehliyetine sahip olmadığına inanıldığı sürece, yeni anayasa kimle ve nasıl yapılacak? Toplumun genelinin minimum demokrasi talebine hayır cevabı verilirken, demokrasi gerekçesi artık geçerliliğini yitiriyor. Minimum demokratik taleplere hayır pozisyonunda olmak, daha ileri demokratik talepleri dinleme şansını ortadan kaldırır. Böyle bir arzu ancak “kötü bir şaka” olabilir. Yine de “yeni bir Anayasayı biz yapacağız” iddiasında ısrarlı olunuyor ise, bu hiç hayra alamet değil. Çünkü toplumun genelinin dışta tutulduğu bir Anayasa yapımı, Türkiye Cumhuriyet tarihinin tek parti diktatörlüğü, 27 Mayıs Cuntası, 12 Mart ve 12 Eylül Cuntalarının aktörü olduğu anayasacılık pratiklerinin tekrarlanmasından başka bir anlama gelmez, gelemez. Yani maskenin yeniden çıkarıldığı ve sistemin yeniden militarist eksende “reload” edilmesinden başka bir sonuç çıkmaz.

Yüksek Yargı’nın mutlak ‘hayır’ı

Bu anayasa paketini reddeden siyasi aktörlerin yapısal analizini daha önce yapmıştık. 100 yıldır bu ülkenin temel esaslarının ne olması gerektiğini tek başına belirlemiş bir parti, kuşkusuz ki bu yapıda yapılacak tüm değişikliklere otomatik bir refleksle karşı çıkacaktır. Orduyu saymaya gerek yok. Yüksek Yargı’nın tepkisinin “mutlak bir hayır” refleksi olarak somutlaşması, bu ülkede yolu adliyeye düşen, yargının ideolojik refleksleri nedeniyle mağduriyetler yaşamış olan, ailesinden veya yakınlarından birini faili meçhul cinayetlere kurban vermiş olan, ailesinden veya yakınlarından birinin inançları nedeniyle mağdur edildiğini bilen, kısacası “yargı” pratikleriyle bir şekilde temasta bulunmuş olanlar bakımından ne anlama geldiği, daha doğrusu gelmesi gerektiği çok açıktır: Bugüne kadar Türkiye’nin sıradan tüm yurttaşlarının demokrasi ve özgürlük taleplerini kriminalize eden, onların terbiye edilmesi gereken bedhahlar olarak gören, Türkiye’nin çağdaş demokratik bir süreçte ilerlemesine herhangi bir katkı sağlamayan, artı değer üretmeyen Yüksek Yargı oligarşisinin ve bunun operasyonel kolu olan HSYK’nın “hayır” demesi, tek başına bir ölçüttür ve her yurttaşın oturup iki defa düşünmesi gerekmektedir. Çünkü yarın itiraz imkânları kalmayabilir veya itirazları kimse dinlemeyebilir!

Bu aktörler dışında, onlarla aynı kulvarda bulunmaktan rahatsızlık duyanlar bakımından, şu sorunun yanıtlanması gerekir. “Hayır demekle hangi imkânlar yok olmaktadır?” Bunun yanıtı için sofistike tartışmalara gerek yoktur. Paketin içeriği ile mevcut darbe anayasasının maddelerinin karşılaştırılması yeterlidir.

Bu ülkenin 100 yıl önceki anlayış ve siyasetlerle yönetilmesine mahkûm edilmesine, sırf değişiklikler muarız bir siyasi parti tarafından gerçekleştiriliyor diye rıza gösterenlerin, 13 Eylül’de “peki ya bundan sonra?” sorusuna yanıt vermeleri gerekecektir.

[email protected]

 

Kaynak: Sta