Bu sene, Nevruz tatilinde İstanbul'da olmayı planladığım için eşimin ailesinin yaşadığı Urumiye'ye erkence gittim. Karı kışı yaman bilinir Urumiye'nin, ancak birkaç yıldır mazide kalan kışların yanına yaklaşmıyor mevsim. Şehirde bulunduğum günlerde sadece dolu yağışına rastladım. Hava yine de soğuk. Bent Deresi gezintileri ve bağ piknikleri ancak Nevruz'dan sonra başlayacak. Şimdilerde ise Nevruz bayramı programları yapılıyor.
Uzun Nevruz tatili öncelikle evin baştan aşağı temizlenmesi anlamına geliyor. Bayram günlerine özgü "ev silkeleme" diye bir deyim bile var. Halılar, duvarlar, pencereler yıkanacak. Enflasyona rağmen alış-verişten geri kalmıyor ahali. Normal olarak Mart başında hareketlenen yeni yıl hazırlığı telaşı şimdiden evleri sarmış. Çarşı pazarın bir hayli hareketli olduğu gözleniyor. Ahmedinejat'ın dağıttığı yardımlara dönük minnetin yerini bir sorgulama almış. Para yardımı milleti tembelliğe itiyor, iş alanları niye açmadı, tek derdi oy, günü kurtarmak, şeklinde bir eleştiri yaygınlaşmış. Ayrıca, alım gücü artıyor olsa da üretim sınırlı.
Bir diğer Nevruz gündemi, iç ve dış yolculuklar. Umre, Meşhed, Kerbela... Bu sene Hz. Hüseyin'in türbesinin restorasyonu nedeniyle Kerbela ziyaretlerinde bir azalma var. Mütedeyyin Urumiyeli ailelerin gitmeyi tercih ettiği ilk ülke her zaman hayat tarzı, yeme –içme alışkanlıkları benzerliği nedeniyle ve dil konusunda rahat ettikleri için de, Türkiye olmuştur. ODTÜ İnşaat Fakültesi mezunu Mecid, geleneksel İstanbul-Ankara yolculuğunu iptal etmiş. Sebep olarak patriot'ları gösteriyor. Eşi Huriye, başörtüsü yasakları nedeniyle İstanbul Üniversitesi'ndeki öğrenimini tamamlayamamış bir ev kadını. O her zaman muhalif, her zaman öteki taraftan bakan mütedeyyin bir kadın. Altın fiyatları yükseliyorsa, almayalım, fıstığın kilosu elli bin tümen sınırına mı dayanmış, bayramda misafire fıstık ikram etmesek de olur, şeklinde itiraz cümleleriyle konuşuyor.
Bölgeyi mezhebi çatışmaya sürtüklemeye çalışan Batı planından söz ederken, Türkiye İslamcıları tarafından İran'a yöneltilen Suriye suçlamalarını Türkiye için tekrarlıyor Huriye. Ekrandaki katliam görüntüleri mi? Onların Batı'da bir yerde, Katar'da, Suudi Arabistan'da kurgulandığından kuşku duymuyor. Mezhebi iddialar ise bölme ve parçalama, ayrılığa düşürme senaryolarının bir parçası. Ayetler, hadisler okuyor. Allah'ın ipine sımsıkı sarılmak, ayrılığa düşmemek... Mezhepli olmak, mezhepçi olmak anlamına gelmemeli. "Bir mezhebiniz olabilir ama bunu ebedileşmekte özgür değilsiniz, bir milliyetiniz olabilir ama bunu takdis edemezsiniz", diyor ya Atasoy Müftüoğlu...
Ben Suriye'de Baas Rejimi tarafından zindanlarda çürütülen, işkence gören, katliama uğrayan muhaliflerden söz ettiğimde ve bir Suriye gezisi sırasında ayrıca edindiğim rejimin baskıcı yapısına ilişkin izlenimlerimi aktardığımda, o sürecin mazlum muhalifler hatırına değil Suriye üzerinden bölgeyi karıştıracak bir plan adına kurgulandığını öne sürüyor. Mahkûm, işkence gören, katliama maruz kalan Bahreyn'de, Sudan'da, Suudi Arabistan'da, dahası ABD'de hiç mi yok? Suriye'de değişimin ülkenin kendi gerçekleri doğrultusunda yapılanmasına izin verilmediğini, böylelikle de iç düşmanlığı artıran bir ortam oluştuğunu savunuyor. İran'ın Suriye'ye mezhebi destek verdiği şeklindeki iddialara getiriyor sözü. Devrimin başından bu yana bütün riskler üstlenilerek destek verilen Filistinliler Sünni miydi, şeklindeki aşina soruyu soruyor.
Sınırın iki yakasında konuşulanlar bambaşka bir plan açısından gerekli mercilere ulaşamazmış gibi bir duyguya kapılıyorum Huriye'yi dinlerken. İslam âleminde iki farklı önemli geleneği temsili üstlenen komşu ülkeler İran devriminden sonra birbirini ötekileştirerek, sorgulanan baskıcı uygulamalarını meşrulaştırmaya çalıştıkları bir dönem geçirdiler. Türkiye'nin resmi ideolojisi açısından İran, geride bırakmaya çalıştığı laik olmayan ve İslami imgelerle yüklü bir tarihi hatırlatan molla rejimiydi. İran ise "Modern Türkiye Cumhuriyeti"nin İslam'a koyduğu mesafeyi anlatan uygulamaları, özellikle de başörtüsüne yönelik yasakları öne sürerek kendi düzeni içinde var olan problemli uygulamaları anlaşılır kılmaya çalışıyordu.
Her iki ülke toplumun da İran denemelerime ad olan "yakın yabancı" duruşunun yenilendiği günlerden geçiyoruz. Türkiye'ye geldiğimde, "İran nasıl bunu yapar, Suriye'de muhaliflerin katledilmesine nasıl seyirci kalır, Baas rejimiyle nasıl müttefik olur?" şeklindeki samimi bir şaşkınlığı yansıtan sorular çıkıyor karşıma; İran'da ise "Türkiye, Suriye'de nasıl Batı ile birlikte hareket eder, topraklarına patriot konuşlandırılmasına nasıl izin verir?" şeklinde sorular... Oysa daha bir sene önce yazdığım yazılarda sokaktaki İranlı'nın, manavın bakkalın, ev kadınının, sınıfta ders verdiğim öğrencilerin Erdoğan sevgisini dile getiriyordum. Ortalama İranlı'nın Sünni halklara, daha özelde Türkiye'ye bakışını mezhep üzerinden belirlediği görüşü bu nedenle ve kişisel tecrübelerimin oluşturduğu kanaatle de bana tartışmalı geliyor.
Siyasal açıdan kendine bir taban edinme çabası içindeki Ahmedinejat dönemi, mezhep vurgusunun popülist bir şekilde kullanılmasına sahne oldu. O zamana kadar İran devrimi söylemlerindeki evrensellik vurgusunun, halihazırda Ahmedinejat'ın halefi sayarak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kazanması için çaba gösterdiği dünürü Meşai'nin "İran İslam'ı" söylemleriyle hatırlanması bir rastlantı olmasa gerek. Bunları Huriye'yle konuştuğumuzda, kabul ediyor eleştirilerimi. Fakat İran'ın Suriye'ye desteğinin mezhebi dayanışma olarak açıklanmasına itirazlarını sürdürüyor. Direniş hattının önemini açıklamaya başlıyor. Bir despotla oluşturulan savunma hattına elbet bu kadar güvenilebilirdi, dediğimde ben, reel politiğin sınavlarına getiriyor sözü.
Konjonktüre göre hızla değişiyor tanımlarımız. Soğuk Savaşı hatırlatan imgeler hâkim oluyor medyaya. Irk ekseninde parçalanmalara zorlanan bölgemiz bir de mezhepçi bölünmelerle kaosa zorlanıyor. Ayetullah Humeyni sahabeye karşı hakaret içeren Safevi Şiası söylemlerine karşı bir tavır içinde olmamış gibi, ancak "cahili" mezhepçi tavrı yansıtan bir üslupla İran halkı, mezhep lekesiyle büsbütün yabancı kılınmak isteniyor. Kimileri Azeri kartına el atıyor; İran'ın en mezhebine bağlı Şii kesimleri Azeriler arasından çıkmazmış gibi...
Huriye dedesi Ayetullah Mirza Mahmut Usuli'nin geçen yüzyılın 2. yarısında mezhep uçurumunu genişletmeye dönük yayınlar karşısında verdiği mücadeleyi anlatıyor. Şii bir âlimin, Arapbagırî'nin Irak'ta yayımlanan kitabına –kendisi asla sahiplenmediğine göre- Sünniler'i Müslümandan saymayan ve sahabeye de hakaret cümleleri içeren paragraflar nasıl girdi? Tatsız tartışmaların ardından bu paragrafların basımevi eklemesi olduğu çıkıyor ortaya. Ya da Ezher Şeyhi'nin kitabına herhalde yine bir yama olması gerektiğini düşündüğü, İmam Hüseyin ile kızlarını aşağılayan –ama kendisinin sahiplenmediği- ve asla Sünni bir Müslümanın da onaylayamayacağı kanısında olduğu cümleler, neyi amaçlıyordu... (Doğruluklarını kontrol edemediğim bu bilgileri sadece Urumiyeli dindar bir ailenin mezhebi kışkırtmalara bakış açısını yansıtmak üzere aktarıyorum.)
Üstelik İran yeni bayramının arafesinde bir kez daha ambargoyla sıkıştırılıyor. Huriye'ye, geçen yıllar boyunca Türkiye'nin Batı ambargosu karşısında İran'a verdiği güçlü desteği hatırlatıyorum. Ben de o yüzden şaşkınım ya, diyor. Türkiye her yıl gitmeden yapamadığı, ikinci vatanı bildiği ülke. Nasıl olur da Irak ve Afganistan'da neler yaptığı çok iyi bilinen ABD ile birlikte hareket eder Suriye'de...
Müslümanları Kur'an İslamı'na göre, ümmet bilinciyle politika üretmeye değil, tarihi yorumlara sınırlanmaya zorlayan konjonktür bir adım sonra nereye evrilir bilinmez. Suriye'de hâlâ kan oluk oluk akıyor.
Bir ülke birkaç ayda aşina hallerinden sıyrılarak yabancıya nasıl dönüşür? Bir sınırın orada türlü anlaşmazlıklar adına güçlenerek var olması, bambaşka bir sınırın, aslında cetvelle çizilmiş gibi mekanik ve akrabalık bağlarını gözetmeye izin vermeyen katılıkta sınırların ise sürekli kan sızdırması gerekiyor sanki... Bölgede varlık sahibi olmak için ulus devlet reflekslerine zorlanan Müslümanlar dayatılan rolleri mazur kılabilirmiş gibi bir kez daha salt Şii, bir kez daha sadece Sünni olarak tanımlanıyorlar. Kitap, Peygamber, Kelime-i Tevhid mezhepçi açıklamaların sebep olduğu düşmanlıklara deva olabilmeli oysa...
Yüz yüze konuşmayı sürdürmek gerekiyor öyleyse... Sınır, tarihsel ön yargılar ve bütün yeni egemenlik düşleri karşılıklı söyleşmeyi güçleştirse bile, ortak değerler ihtilaflı konuların çok üzerinde...
Bir de o taraftan bakabilmek, sıradan, iyi duygularla dolu insanın bakışıyla; ağırlıklı olarak vahdete değil ayrılığa (nifaka) zorlayan medya dilinin bildirilerine karşı bunu yapabilmenin, nihayetinde daha az kan dökülmesi anlamına geleceği için de tevhidi duyarlığa sahip Müslümanlara özgü bir ferasetle olası bir başarı olduğunu düşünüyorum, içinde bulunduğumuz günlerde.