Yukarıdaki keskin soruya bir çırpıda "hayır" cevabı verebilirim. Gazetecilik mesleğini yıllardır yapan; üstelik hemen her medya kuruluşunun üst düzey temsilcilerini tanıyan bir insan olarak "hayır" cevabımı teyit edecek tecrübelerim de var.
Gayet iyi biliyorum ki "dine sıcak bakan", "dindar", "dine kuşkuyla yaklaşan", "ateist" insanlara kadar pek çok farklı inanca sahip gazeteciler. Bu da gayet tabii bir durum; zira mesele herkesin kendi bireysel tercihidir ve buna kimsenin müdahale hakkı yoktur. Konu bir meslek olunca ne dindarlık bir övünç vesilesidir; ne de dinsizlik bir kınama sebebidir. Yukarıdaki başlık insanların dinî konulardaki tercihiyle ilgili değil; ona kimse karışamaz. Daha açıkçası "dinsiz" olmakla "din düşmanı" olmak "dindar" olmakla "din polisi" olmak arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır. İlki, insanların ferdi tercihidir; diğeri "karşı tarafı" rahatsız etmeye sebep olan saldırgan bir tutumdur. Gazeteciliğe zarar veren tercih, bu ikinci seçenektir.

"Medya din düşmanı değildir" diyebiliyorum gönül rahatlığı içinde. Ancak küçük bir not düşmeyi de kendime vazife telakki ediyorum: "Aslında din düşmanı olmadığı halde medyanın bazı olaylar karşısında din düşmanı gibi algılandığı da bir gerçek." Bu bir algı hatası olabilir; ancak asli mesleği algı yönetimi olan iletişimcilerin en iyi bildiği kural şu olmalıdır: "Siz ne derseniz deyin; algı önemlidir ve yanlış algının düzeltilmesi için mutlaka doğru bir iletişim metodu seçilmelidir." Benzer bir algı dindar ya da muhafazakâr diye tanımlanan kesimler için de geçerlidir. Muhafazakâr değerlere sahip çıkmak ayrıdır; neredeyse herkese cennet bileti kesiyor ya da cehenneme sevk işlemi yapıyor gibi hoyratça hatta bazen yobazca yaklaşmak ve ahkâm kesmek ayrıdır. Böyle bir tutumun rahmet ve şefkat esasına dayanan İslam diniyle ilgisi olmadığı açıktır.

Meseleye dönecek olursam; demek istiyorum ki, Türk medyasının önemli bir kısmını geniş halk kitleleri "din düşmanı" gibi algılıyor ve bu algının değiştirilmesi gerekiyor. Bu yanlış algının sebepleri üzerinde durmak belki meselenin ilk doğru adımı. Istırap içinde itiraf etmem gerekiyor ki bizim medyanın dinî konulardaki bilgisi yetersiz kalıyor; hatta çoğu zaman bir haber ya da yorum iki paragrafta cehlini ortaya koyuyor. Bu vahim durumun değişmesi şart! Geçenlerde önemli bir gazetenin tecrübeli bir yazarı, Başbakan'ın çakısından hareketle "bıçak taşımanın sünnet olduğunu" öğrenmiş, onun üzerine koskocaman bir dinî ahkâm oturtuyordu mesela. "Bıçak taşımak"tan başörtüsü sorununa ulaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Yazıya bakınca anlıyorsunuz ki ne "sünnet" biliniyor ne "farz", ne "vacip", ne "müstehap". Oysa dinin (her dinin) kendine mahsus bir terminolojisi ve o terimlerin belirginleştiği çizgiler arasında önerdiği yükümlülükler bulunmaktadır.

"Umurumda değil" demek meseleyi çözmüyor

Gazeteci empati yapmak; en azından o ahkâmın gördüğü hürmete saygıyla bakmak zorunda. Bu durum, Batı'da belli disiplinlere ulaştı çoktan. Mesela hemen her markette Yahudiler için koşer yiyecek sunulmasına ek olarak Müslüman müşteriler için helal reyonlar ayrıldı ve "Bu çağda böyle şey mi olur bu laikliğe aykırıdır!" diye yazan, çizen, konuşan da yok; zira her türlü yaşam biçimine saygının genel bir yansıması olarak görülüyor ve oralardan "çarpıcı manşetler" yahut "tartışmalı haberler" üretmek kimsenin aklına gelmiyor...

Din düşmanı imajının tek sebebi bilgisizlik değil kuşkusuz. Bir de acıtıcı, can yakıcı, aşağılayıcı; hatta kışkırtıcı yaklaşımlar gözleniyor medyada. Mesele din olduğunda, dindarlık olduğunda bazı yayın organları ve orada önemli köşeleri tutan bazı isimler öfkelerini gizleyemez hale geliyor. Bir anda bütün dengelerini kaybedenlerin sorumlu yayıncılık ilkelerini hatırlaması hiç de kolay değil. Aslında insan hayatını doğrudan etkileyen bütün meslek erbabının (yargı mensupları, doktorlar, gazeteciler vs.) mesleklerini duygularını karıştırmadan icra etmesi gerekiyor. Sadece duygularını karıştırmaması yetmez; kendi inanç ve hayat tarzlarına dair tercihlerini de meslekî kararlarına taşımaması şarttır. Gazetecilik insana saygıyı esas alır; topluma saygıyı göz ardı edemez. O yüzden her hararetli tartışma konusuna balıklama atlamak yanlış bir tercihtir gazeteciler için.

Mesela hafta içinde Hakan Şükür üzerinden yapılan tartışmalar dar bir medya dünyasında bir şeyler ifade ediyor şüphesiz. Ancak şövalye rollerini pek sevmiş bazı meslektaşlarımız kendini o ışıltılı medyatik dünyadan soyutlayıp şunu sormalı kendine: "Hakan Şükür'ün Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle verdiği centilmenlik mesajına verdiğim tepkiyi halk nasıl algıladı?" Açık söyleyeyim bazı tepkilerin geniş halk kesimindeki karşılığı "din düşmanlığı"dır. Çünkü Hakan'a uygulanan orantısız güç bir futbolcuyu te'dip maksadını (ki öyle bir vazifesi var mı gazetecinin; o da tartışılır) aşıyor ve Diyanet'in 25 yıldır kutlama öncülüğünü yaptığı "Kutlu Doğum'a saldırı" şeklinde algılanıyor. Bu algıdan bahsettiğimizde öfkesi kabaran ve abuk subuk yorumlarına cinnet sosları katan insanlar bile oluyor; ancak algıya dair sonuç değişmiyor; çünkü benzer bir laiklik hassasiyeti Hıristiyan oyunculara yapılamıyor. Halk bu çarpık durumdan "din düşmanlığı" mesajını çıkarıyor maalesef.

Medyanın genelinde dinî konularda hoşgörüden yoksun bir yol izleniyor. Sert, haşin, bıçkın, hırçın bir yol bu. İncitici, üzücü, rencide edici bir metot bu. Mesela başörtüsü konusu açılır açılmaz demokrasi de unutuluyor demokratik tahammül de. "Sıkma baş" diye yazı yazıyor adam yüzlerce kez. Aynı insan bir kerecik olsun çete-mafya bağlantısını yazamıyor. "Dinciler" diye kükrüyor sabahtan akşama elli kez; ancak "Ergenekoncular" deyip komitacılar hakkında iki satır yazıyı kaleme alamıyor.

Fanatikliğin özü şudur: Herkes kendi cephesini yüzde yüz doğru ve haklı; ötekini tamamen yanlış ve haksız görüyor. Hataları genelleyip herkesi suçlamak, bir kötü olaydan bütün insanları itham etmek hukukî de değildir insanî de. Sonuçta hepimiz bu ülkenin insanıyız; beraber yaşamaya; hayatı paylaşırken de birbirimize saygı göstermeye mecburuz. Bu demokratik saygı medyaya ne kadar yansırsa bu ülkede demokrasi o kadar içselleştirilir. Bu nedenle herkes, öteki olarak gördüğü kişilere ve kitlelere, onların yaşam biçimlerine saygı duymalı ki düşman olarak algılanmasın. "Umurumda değil, beni düşman görsünler" diyecek külhanbeylerin unuttuğu bir nokta var: Düşman algısı ferdi işaretlemiyor; sosyal ayrışma ve çatışmayı gösteriyor. İşte tam bu nedenle herkesin daha duyarlı yayın yapması, sorumlu gazetecilik ilkelerine dönmesi şart!..

 
Kaynak: Zaman