Yeni bir polemik oyuncağımıza dönüşen 'baskı' söylemi, anlamsızlığa ve hele gereksiz boyutlara varmakta. Yıllarca devlet baskısı şikâyetleri duymaya alışmıştık. Bu rahatsızlık siyasiydi ve yargı ve polis, baskıyla paralel algılanırdı.
Gençlerin anne ve babalarının baskısından söz etmeleri aslında son on yıllarda gündeme geldi. Gençlere baskı yapılmamasının, örneğin öğrencilere tokat atılmamasının gereği yeni bir anlayıştır. (Hoş, J.J. Rousseau buna benzer şeyler yazmıştı çok eskiden, 1762de, ama felsefi bir düzeydeydi onun itirazı.) Kadınların baskı altında oldukları, eşitlik ve insan hakları kapsamında geçen yüzyılda söylenmeye başlandı. Ordudaki disiplin/baskı karışımı durum hâlâ kabul görmekte ve normal sayılmaktadır toplum içinde. Marksist söylemde, çalışanların baskı altında oldukları pek vurgulanmaz, daha çok 'sömürüldükleri' hatırlatılır. Din baskısı ise çok eskidir ve bütün insanlık tarihi boyunca çok can yakmıştır. Ama eskiden bu baskı normal sayılırdı, aynen zorla din değiştirme girişimleriyle olduğu gibi. Normal karşılanan bir uygulama ile bizi galeyana getiren bir uygulamayı aynı sayıp her ikisine de 'din baskısı' demek ise aslında çok yeni bir yaklaşımdır, anakronizmdir ve demokrasi ve insan hakları kavramı ile eş zamanlıdır. Son haftalarda tartışılan mahalle hatta arkadaş baskısı ise yukarıdaki baskılardan çok farklı bir durumdur. Şerif Mardin'in de siyasi ve ideolojik baskıdan değil de mahalle baskısından söz etmesi bundandı. Bu sosyolojik bir olgu ve yaklaşımdır. Yukarıda hatırlattığım baskılar ya eksik yasal uygulamalarla, ya da insan haklarıyla ilgili sakat durumlardır ve yasalar, yönetmelikler ve direktiflerle bu durumlar kontrol altına alınabilir, bir dereceye kadar da olsa, bu 'baskılar' zamanla azaltılabilir. Ama sosyal psikolojinin konusu olan 'çevre etkisi' bu baskılardan farklı bir şeydir. Çevre ile toplumun kendisini kastediyorum. Her toplum (çevre, grup, cemaat, köy, mahalle, hatta aile) kendi gerçekliğini yaratır. O çevrede yaşayanlar bu toplum gerçekliğinin etkisini üzerlerinde hissederler. Buna da 'baskı' deyip, yasaklayıp ortadan kaldıramayız, çünkü bu tür 'baskı' ancak toplumun kendisi ortadan kalktığında yok olabilir. Toplum var oldukça, yasaları, ahlakı, estetiği, dini, felsefesi, kısacası değerleriyle kendini, o topluma tam dahil olamayanların, farklılaşanların üzerinde duyuracaktır. Bu 'etki'nin kimilerince baskı gibi algılanması mümkündür, ama bu durum kaçınılmazdır.
Bir mahallede örneğin, hemen herkes içkinin ve yörelerindeki meyhanelerin günah olduğuna, kendilerinin de bu duruma göz yumdukça doğru davranmadığına inanıyorsa, ya da içkili lokantaların çevreye ve kendilerine doğrudan zarar verdiklerine inanıyorsa, diyelim çocukları için kötü örnek olduklarını görüyorsa, ister dilekçe yazıp meyhanelerin kapanmasını istesinler, ister müdavimlerine ters ters baksınlar, ister önlerinden geçen içkicilere acıyarak ya da şefkatle bakıp iç geçirsinler, bu mahalleliler içkiciler üzerinde bir 'baskı' uyguluyorlar demektir. Bu baskı, mahalle dayağı olmasa da psikolojik ve toplumsal bir baskıdır. Bu baskı, sahneden indirilen çocuk yaşta Tevhide Kütük'e uygulanan baskıdan farklıdır. Ona uygulanan baskı bir yönetmelikle yok edilebilir. Mahalle baskısı içten içe çalışır - ve bakışa yasak getiremezsiniz. Bu sosyolojik baskı (mahalle baskısı) daha çok, bundan böyle bütün başörtülü kızların yaşayacağı baskıya benzer: İster sahneden indirilsinler, ister 'hoşgörü' gösterilip ödülleri verilsin, artık onlar bu toplumun bir kesimi tarafından horlandıklarını ve bunun baskısını hissedeceklerdir. Bu dolaylı 'baskıyı' -mahallenin içkicileri gibi- bakışlarda, imalı dudak bükmelerde, ses tonunun değişmelerinde, hitap edilirken seçilen özel kelimelerde, dolaylı hatırlatmalarda, hatta 'bak biz farklıyız, sana tahammül ediyoruz' havalı demokratik davranışlarda bile hissedeceklerdir.
Mahalle ve çevre baskısı, lanetlemekle yok edilemez. Belki hiçbir zaman da yok edilemeyecektir. M. Foucault'un bu konuda yazdıklarını hatırlayalım. İnsan ilişkileri bir güçler çatışmasıdır, çetrefildir ve çok yönlüdür. Devlet uygulamaları ve baskısı bu karşıtlığın yalnız bir yönüdür. Bu karmaşık bir olaydır ve insan iradesinin de ötesindedir. Bu baskılar ilişkisi bütün insanlık tarihinde görülmüş toplumsal bir gerçekliktir. Anlaşılan, şu an, bu tür baskıları hissedenler -bu kimselere bu yazıda içkiciler ve türbanlılar diyelim- durumdan rahatsız olup sitem etmekte, ama kendi baskıcı rollerini görememektedir. Toplum içinde bazı çevrelerin içinde 'azınlıklar' oluştukça bu azınlıklar 'baskıyı' hissetmekte, bu baskıdan kurtulmak için kendi cemaatlerinin sınırları içine kapanıp gettolarını oluşturmakta ve bu yeni 'özgür' ortamlarında kendi 'azınlıklarına' kendi baskılarını yürütmektedirler. Örneğin, mahallelerinde içkicilerden rahatsız olanlar, yasa ve polis yardımına sığınıp olumsuz davrananları hizaya getirmek yerine, meyhaneyi toptan yasaklama yolunu seçerek kendi baskılarını, ister suçlu olsun ister masum herkese uygulama yolunu seçmektedirler. İkna yolunu seçip türbana karşı kendi estetiklerini savunma yerine yasağı seçenler de aynı anlayışın temsilcileridir. Bu iki kesim madalyonun iki yüzü gibidir. Şerif Mardin bu anlayışı 'ümmet içinde tek hakikat' kavramı ile çok güzel anlatmıştır. (Din ve İdeoloji, Cumhuriyet Devrinde Volk İslam)
Sorunun çözümü, uluslaşma sürecinin hız kazanmasında yatmaktadır herhalde: Ulus-devlet içinde herkesin herkesi eşit kabul etmesi ve ona hayat hakkı tanımasıdır çıkar yol. Yani insanlar dünya görüşlerini değiştirmelidir. Yoksa kişiler bazen 'ulusal yarar', bazen 'sağlık', bazen 'din gerçeği' ya da 'buyruğu' adına 'öteki' bellediklerinin yaşam alanını yasaklar veya dolaylı baskılarla sınırladıkça, her kesimde, doğal olarak ve savunma refleksiyle kendi içine kapanma işlevi gelişecek ve yine doğal olarak, toplumsal uyumun ve bütünleşmenin tam tersi hız kazanacaktır. Batı toplumlarında uluslaşma giyimden yaşam biçimine tek tip insan yaratmadı, 'tek tiplilik' (asgari sınırlamalar ve yasaklarla) herkesin eşit olma ve herkesin istediği gibi yaşama ilkesi temelinde sağlandı. Yani en basit biçimiyle söylendiğinde, insanlar "ötekine" bakıp hemen rahatsız olmamalı; öteki ister türbanlı olsun, ister içkili.
Toplumsal uzlaşma herkesi 'bizim gibi' yaparak sağlanmaz, sağlanamaz; herkesin, seçeneklerinde (elden geldiğince) özgür olmasıyla sağlanabilir. Aslında bu yaşanan gereksiz 'mahalle baskısı' tartışması bir yanlış anlamanın temelinde yükselmektedir. Taraflar kendi normlarını kabul ettirmeye çalışırken tedirginlik yaratan imalarda bulunuyorlar. Laiklik içki içme ile ilişkili gösteriliyor örneğin. Oysa laiklik içki içme veya içmemede serbest olduğumuz ortamı yaratmaktır. Giyim (örtünmek) konusunda da aynı özgürlüğü sağlamalıdır aslında. 'Doğru', 'yararlı' gibi yargılarımızdan bağımsız bu serbestlik anlayışının egemen olmasını, modernite ve uluslaşma olarak görebiliriz. Bu bir süreçtir ve sabır ve sebat gerektiriyor.
Kaynak: Zaman