Dünyada olanın dehşetine, olmayanın sessizliğine, olmaya çabalayanın dağılıp parçalanışına baktığımızda, acaba bazı kelimeler göçüp gittiler de bize kutsal halelerinin dokunulmazlığını mı bıraktılar diye düşünüyoruz. Söylemin o ışıltılı alanı, yoksa söylediğini gerçekten söylemiyor mu? Söylediğini söylüyor olsaydı, her şey olageldiği üzere mi yol alırdı? İnsan hakları bildirgelerini bir tarafa koysak diğer taraf mültecileri taşıyamıyor, dünya barış konseylerinin maddelerini sıralasak her maddeye gömülecek insan sayısı istatistik dengelerini alt üst edecek.

Söylem çoğu zaman öyle ışıltılı, öyle pürüzsüz ki bakışlarımızı ona yöneltmemizi olanaksız kılıp( ki zaten dokunulmaz bir iktidar alanına da sahip) bizi olay yerine fırlatıyor. Neliğinin, ne değilliğinin henüz farkına varmadan kimi olayların taraflarından birini seçmek, hiç ilgimiz olmayan olayların tarafı olmak zorunluluğu içinde buluyoruz kendimizi. Hatırlarsınız, 7 Ocak’ta yaşanan Charlie Hebdo olayında söylemin pürüzsüz çehresi “ifadenin özgürlüğü”ydü. Fırlatıldığımız olay yerinde, her birimiz “o, değilim”(suçluyla özdeş değilim)i yahut “ben, O’yum”(maktul benim)u tercih etmekle mükelleftik. Sistem ifadenin özgürlüğünü içtenliği olarak dayatıyor ve bizden aynı içtenlikle bir yanıt bekliyordu. “İfadenin Özgürlüğü”ne dokunulmuştu ve biz o sırada nerede olduğumuz sorusuna bir yanıt verme içtenliğini sisteme borçluyduk. Aksi takdirde, söylemin iktidar alanı tarafından “yoksa inanmıyor musun, yoksa suç ve suçluyla özdeş misin” tırnaklarıyla olay yerine kapatılmamız an meselesiydi. Böylelikle ifadenin özgürlüğüyle girişeceğimiz diyalogların mümkün tüm dilleri bağlanıyordu. Bakışımızı ifadeye yöneltip “ ifade, senin özgürlüğün nereye gidiyor böyle” diyemiyorduk ya da “Çekil aradan Gabriel, ifadenin özgürlüğüyle konuşmak istiyorum” gibi bir yüz-yüzeliği talep etmemiz hiç içten sayılmazdı. (Bilirsiniz, söylemin pürüzsüz çehresinin yanında olay yeri hep kekemedir.) Kendimizi, söylemin iktidar alanı tarafından olayın trajik ufkuna fırlatılmış bulduğumuz sayısız örnekten biri Hebdo olayı. Üzerinde durmak istediğim olay ufkunun trajik atmosferinden, neliği-ne değilliğinden, acının travmatik doğasından az ötede, kimi söylemlerin dokunulmazlığının bizde katettiği mesafe ve bu dokunulmazlığın, ne için, kime, hangi aralıkta dokunduğu? Bir soru işaretini buraya bırakalım, asıl soruyu ıskaladığımız tüm insanlık anlarına da bir gönderme olsun. Söylemin iktidar alanı tarafından bağlanmış o dili bir yerlerinden çözmek zorundayız. Mesela bugün en çok konuşan, sesi en çok yükselen kelimelere bakalım: mağdur ve mağduriyet(belki de sistemin işlerliğine fazlasıyla kan verdiğinden) Üzerinde durmak istediğim; kimin mağdur olup olmadığı, kimin mağduriyetinin diğerine kıyasla daha hafif ya da yoğun olduğu değil, ya da yaşanan trajik durumların hafife alnması vs. hiç değil. Acının o travmatik, çok bize ait doğasının, yaşanan tüm olmazlıkların ötesinde, yani olay ufkunun ötesinde, mağdur ve mağduriyet söyleminin bir kimliklendirme biçimi olarak hangi ilişkilerde hangi içtenlikleri talep ettiği, olay ufkunun az ötesinde bizi hangi sonuçlarıyla beklediği… 

Nedir mağdur? En basit sözlük anlamıyla “haksızlığa uğrayan”.  Bugün birçoğumuz kendimizi “mağdur” tanımının içinde, mağduriyet alt kategorilerinin birinde kolaylıkla bulabiliriz, kendimizi mağdur olarak tanımlıyor da olabiliriz. Tanım, neredeyse hepimizi kapsamak üzere. Her mağduriyet tanımlaması adalete yöneltilmiş bir soru, bir taleptir aslında. Çünkü adalet kavramı tarafından yara almış olandır mağdur. Soru da hak talebi de insanidir ancak; mağduriyetin varoluşun temeline saplanıp bir kimliklenme/kimliklendirme yöntemi olarak aramızda gezinmeye başladığı yer korkunçtur. Çünkü o noktada, mağduriyetin kimliğe dönüştüğü yerde, artık iktidar ilişkileri konuşmaya başlar. Kimliğe dönüşerek süreklileşen mağduriyet, acının travmatik aralığında konuşmayı sürdürdüğü için ona ödenecek borç ve mağdur olmayan diğerlerinin ona karşı suçlu konumu da süreklileşmiş olur. Mağduriyet bu noktada hak talebi çizgisinin ötesine geçmiş, mağdur olmanın imtiyazını mutlak haklılık olarak- acının travmatik alanında konuştuğu müddetçe ona dokunamayız. Söylem içtenliğini acının bizden olan, çok içimizden olan krılganlık zeminine doğru dayatmıştır.- söylemin iktidar alanında meşrulaştırmıştır. Mağduriyetin hafızası mutlak haklılığın dokunulmaz iktidar alanına sahiptir artık. Dünyaya baktığımızda, küçük ölçekli ilişkilere baktığımızda bunun birçok örneğini görebiliriz. Mesela İsrail, mağduriyetin “acının travmatik alanından” mutlak haklılığın dokunulmaz ve imtiyazlı alanına sıçradığı patolojik sonuçlarının en vahşilerindendir.  Burada  ” mağdur ve mağduriyet”, söylemin pürüzsüz çehresidir. Buraya yönelteceğimiz her soruda “yoksa…” ile başlayan bir tırnakla adaletin sorun olmaktan çıkarıldığı iktidar ilişkilerinin ağına kapatılırız. Sistem içtenliğini kategorik ayrıştırmalarla, “yara” addedilen noktalar ve farklılıklar üzerinden kimliklendirmeyle bize dayatırken, bizden de bu kimliklendirmeleri benimseme içtenliğini bekleyecektir ki, gücünü pekiştiren dolaşım sağlanabilsin.(Kimliklendirme noktalarının hangi “yoksa”lar tarafından tutulduğuna bir bakın.) Kimbilir, söylemin iktidar alanı tarafından bağlanan yalnız dil değildir belki de, uzun zamandır adalet de pek ortalıkta görünmüyor.

Vicdan keskin dil uçlarıyla, bugün dünyada mağduriyetlerin hafızasına teslim edilmiş bir adalet kavramının kendisinde adil olup olamayacağını sorgulamaya çağırmıyorsa bizi, gerçekten onun kendi sesiyle konuşup konuşmadığından ya da onun sesini duyup duymadığımızdan nasıl emin olabiliriz? Adaleti arayacağımız yer, “onlar içinde kaybettiğimiz kendimizi çağırdığımız yer” olmayabilir de. Ancak mağduriyetlerin hafızasının yetkesine bırakılmış bir adaletin kim için adil olduğunu sormak zorundayız. Mağduriyetlerin hafızasının doğurduğu mutlak haklılığın dehşetiyle sarsılan dünyamızda hangi mağduriyetin mağdur etmeye çok hakkı olduğunu… Mağduriyet kelimesi bizi bağışlayacaksa ki onun tüm imtiyazlarını reddederek, acının travmatik tekilliğinden toplumsal alanın “mutlak haklı muafiyet ”ine doğru( dünya sistemi içinde konuştuğunu unutmadan)  mağduriyet kelimesine sormak zorundayız: Sen ne için çalışıyorsun? Ya da kendimize dönüp şunu sormalıyız: kabul ettiğim hangi kimliklendirme biçimiyle hangi iktidar alanının pekiştirecine dönüşüyorum?

Mezar taşları gibi insan onuruna saplanmış o binlerce soru işaretini de buraya bırakalım.