İsmimin önünde dizi dizi ünvan yok ki klinik yargılarda bulunabileyim. Ancak bana öyle geliyor ki İsrail başbakanı Ariel Şaron 11 Eylül 2001 saldırılarından hemen sonra bir süreliğine çıldırmıştı.

4 Ekim 2001 tarihinde bir konuşma yapmış – daha çok atıp tutmaya benziyordu – ve Washington’ın resmi kanadını şok etmişti. Amerika’nın yaklaşan terörle savaş için Arap ülkelerinden destek alma çabasına saldırmıştı. “Arapları bize rağmen yatıştırmaya çalışmayın” demişti. “İsrail Çekoslovakya olmayacak.”

İsrail liderinin bir Amerikan başkanını Nazi yatıştırıcısı Neville Chamberlain’le kıyaslayan ham, duygusal sözleri, Afganistan’da pek yakın bir zamanda patlak verecek husûmetlerle ve teröre karşı uluslararası bir koalisyon kurmakla meşgul George W. Bush ve kabinesi için hiç beklenmedik bir hücumdu. Ertesi gün, İsrail lideri II. İntifada’nın başladığı zamandan beri Filistin tarafının kontrolündeki topraklara karşı en ağır askeri saldırıyı başlattı ve FKÖ lideri Yaser Arafat’ın kısa bir süre önce kabul ettiği ateşkesi sona erdirdi. O zamanın Dışişleri Bakanı Colin Powell “Şaron’un son birkaç gündür sergilediği davranışlar akıldışı olmanın eşiğinde” demişti.  

Fakat Şaron’un asabi kafasının nasıl çalıştığına ve ABD-İsrail ilişkilerinin tarihine âşina olanlar nezdinde bu öfke patlamalarının açık bir izahı vardı. İsrail nezdinde onlarca yıl önemli tek ilişki, ABD ile olan ilişkileriydi. Amerika kenarda tutulduğu müddetçe İsrail bölgesel veya uluslararası baskılara dayanabilir diye düşünülüyordu. O halde Amerikan politikası üzerindeki hayati nüfuz şansa bırakılacak bir şey değildi. Ve Pearl Harbor’dan beri en yıkıcı sürpriz saldırının ertesinde, Amerikan politikasının hızlı bir geçiş sürecine girdiği bir anda, ABD’nin ne yapabileceği hakkında hiçbir fikir yoktu.

Bir tehdit olarak Demokrasi

Amerika İslam’dan ilham alan terörizme karşı etkili bir eyleme girecekse, İslam’a karşı savaşmadığını ispatlamak için Müslüman ülkelerin desteğini almaya ihtiyacı olduğu 11 Eylül ertesinde belliydi. BM’de ilan edilmek üzere yeni bir İsrail-Filistin barış inisiyatifi başlatmaktan bahsediliyordu; hatta bir Filistin devletine ABD desteğinden bahsediliyordu. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld 11 Eylül’ün ardından kilit Ortadoğu ülkelerine destek turuna çıktı; Tel Aviv’de durma zahmetine girmedi. Böylesi bir atmosferde, Ariel Şaron’un düşünce tarzına sahip olanlar için, paranoya günün nizâmıydı. Çoğu Amerikalı henüz noktaları birleştiriyor değildi ama Şaron’un cürm-ü kasdı anlaşılmış, el Kaide’nin Müslümanları cezbetmesinin merkezinde yatan şeyin Şaron’un ve İsrail’in Filistin topraklarında yürüttüğü işgal ve baskı olduğu göze çarpmıştı. Şaron İsrail’de yayınlanan Yedioth Ahronoth gazetesine düşüncelerini şöyle açmıştı: Arkanızdan iş çevrildiğini keşfettiğiniz anlar vardır. Karar verdim, bu kadarı yeter, daha fazlasına gerek yok. Kısa bir süre sonra savaş başlayacak. İsrail’den Filistinlilere aşırı taviz vermesi istenecek. Reddettiği takdirde de savaşın kuyusunu kazmakla suçlanacak. Hareket etmek için son dakikadır.”

Birkaç gün önce Tzipi Livni’nin Arap Ortadoğusu’nda yaşanan “demokratik devrimler” hakkında kaleme aldığı, Washington Post’ta yayınlanan op-ed makaleyi okuduğumda ABD-İsrail ilişkilerinin uzun zamandır unutulmuş bu kısmını hatırladım. Bu İsrail liderinin sözlerini veya sözlerinin ardına saklanmış korkuyu anlayacak şekilde mücehhez çok az Amerikalı olduğuna bahse girerim. ABD’nin Ortadoğu politikası bir kez daha dönüm noktasında. Doğrusu, tüm bir bölgenin tarihi bir dönüm noktasındadır. Ve bir kez daha, ABD Başkanı, Arapların arzularıyla tehlikeli bir dayanışma sergiliyor. Amerikan yönetimi, demokratik Mısır’da Müslüman Kardeşlerin siyasi katılım yeri olduğuna işaret etmişti; yani başka ülkelerde de İslamcıların demokratik katılımına bir yer vardı. Livni’nin sözleri bize İsrail liderlerinin bir kez daha korku ve telaş yaşadıklarını çıtlatıyor ki yaklaşık 10 yıl evvel Ariel Şaron’u kıskıvrak yakalayan korku ve telaşa benzemez değil hani.  

Endişeli olabilirler. Bölgede serbest kalan devrimci güçlerin gelecekteki yönelimini ve nihâi semereyi bekleyip görmek gerekecek. Fakat İsrail’in en büyük tehdit algısının siyasi kaosa düşmek ve bölgesel terörizm olduğunu farzedenlere Livni’nin yazısını dikkatlice okumalarını öneririm. Kendine hizmet eden boş laflarını çekip çıkardığınızda, dilin şifresini çözdüğünüzde, Kadima Partisi liderinin – ve pekâla diğer İsrailli siyasi liderlerin – bölgede en çok korktukları şeyin bizzat demokrasi olduğu âşikar olur.

Gayrimeşrulaştırma

İsrail’in ister Filistin olsun ister başka bir yer, Araplar arasında demokrasi görmek istemediğini hatırlamak önemlidir. Oslo’dan sonra Filistin demokrasisi lehine baskı uygulama fırsatı olmasına rağmen İsrailliler tam tersini yaptılar: Seçmenlerine karşı hassasiyet taşıyan sahih politikacılar yerine kendileriyle kuşkulu anlaşmaların yapılabileceği, halk baskısından nispeten muaf liderlerle iş görmek.

Sözde demokratik bir liderin Amerikalı bir dinleyici kitlesi önünde Arap demokrasisine karşı çıkması münasebetsizlik olacaktır. Fakat İsrail için risk o kadar çok ki yapacak başka bir şey yok. Livni’nin sözleriyle: “….sırf kaygı/daraltı, her hangi bir lider için bir politika değildir.”  Dahası, İsrail 2006’daki hatasını hani şu Filistin seçimlerine müsaade ettiği ve Hamas yani yanlış parti kazandığında da makabline şâmil çabalar sarfetmek zorunda kaldığı o hatayı tekrarlayacak değildir.

Hayır, bu kez Livni’nin çok daha zekice bir fikri var: Varlığını uygun bulmadığı partiler daha bir seçime katılmazdan evvel onları gayrimeşrulaştırmak. Çözüm? Demokratik seçimlere katılım için evrensel kurallar ihdas etmek ve bu kuralların uluslararası kabulünü sağlamak. Bu tezgaha göre, seçimlere katılmak isteyen her parti evvela bir dizi demokratik ilkeyi hem sözleriyle hem de davranışlarıyla benimsemelidir: Şiddeti kınamak, devletin güç kullanım tekelini kabul etmek, amaçlara barışçıl araçlarla ulaşmak, hukukun üstünlüğüne bağlılık, hukuk önünde eşitlik ve ülkelerinin imzaladıkları uluslararası anlaşmalara bağlılık.

Livni’nin beklentisi o ki bilhassa da İslamcı partiler bu kriterleri karşılayamayacaklar ve sahih demokrasiye yaklaşan her hangi bir Arap ülkesi “gayri demokratik bir partinin seçilmesi olumsuz uluslararası neticelere gebedir” diye uyarılacak. Hâsılı, İsrail ABD ve Avrupa’nın gözünü bağlayıp bu “demokratik ilkeleri” kabul ettirse, İslamcı partilerin Hamas gibi muamele görmelerini sağlamak, tüm bir demokratik süreci gayrimeşrulaştırmak ve Amerika’nın Arap dünyasıyla arasında zaten devam eden yabancılaşmayı sağlama almak zor olmayacaktır.

Sahih bir demokratik parti olarak tasdik edilmek için önerilen uluslararası kriterde küçük bir uygunsuzluk var elbet: İsrail’deki partilerin büyük bir çoğunluğu ve bizâtihi Livni bu kriterleri karşılayamaz. “Şiddetin kınanması…amaçlara barışçıl araçlarla ulaşmak?” Geçmişte İsrail’in güç kullanarak çıkarlarının peşinden gitmesine bakınca, Livni elbette ki ciddi olamaz. Şu şiddet meselesi üzerinde düşünmek için burada biraz duralım. Benim ülkem, baskıya ve devredilemez hakların ihlaline karşı şiddetli bir ayaklanmanın sonucunda kurulmuştu.

Şiddet? Amerika şiddet kullanmaktan veya meşru müdafaa yahut zulme direniş için kendi adlarına şiddet uygulayanlara destek vermekten asla çekinmemiştir. Ancak Amerika, söz konusu olan İsrail olduğunda, şiddet kullanımına muhalefeti terörizme muhalefetle bir tutmaya müsaade etmiştir. Tam aksine, terörizme muhalefet, muharip olmayan masumlara karşı gayri meşru güç kullanımına muhalefettir. Terörizme muhalefet zulme karşı meşru direnişe muhalefet değildir katiyen.

Filistinlilere verilecek en iyi tavsiyenin güce başvurmamaları olduğuna zira doğru bir şekilde uygulandığında, şiddet dışı direnişin mücadeleleri bağlamında davalarına çok daha iyi hizmet edeceğine inanıyorum - fakat bir zalime karşı meşru direnişte güç kullanımına ilke olarak hiçbir zaman itirazım yoktur.

Şiddetin kınanması ve güç kullanımı üzerinde devlet tekelinin kabulü, bir devletteki siyasi aktörlerin meşru talepleridir ancak Livni’nin endişesi bu değil. İsrailliler şiddetin kınanmasını talep ettiklerinde, kastettikleri şey, cezadan muaf kalarak Filistinlilere kötü davranma hakkına sahip olduklarını herkesin kabul etmesi gerektiğidir.

Ya peki “hukukun üstünlüğü ve hukuk önünde eşitlik” nedir? Livni’nin İsrail’in Arap vatandaşlarının Filistinli olarak görülmesinde defalarca ısrar ettiği, iki devletli çözüm uygulandığı takdirde ise, İsrailli Arapların vatandaşlıktan çıkarılmalarına ve rızaları olmaksızın onları Filistin devletine nakledecek şekilde İsrail sınırlarının ayarlanmasına destek vereceği Palestine Papers’da ifşa edilmişti. Hukukun önünde eşitlik dediği böyle bir şey.

Uluslararası anlaşmalara bağlılık var bir de: İsrail’in, kurulduğu günden itibaren onlarca yıldır alınan ve uzun bir silsile oluşturan BM kararlarını arsızca küçümsemesine bakınca, Livni ciddi olabilir mi? Anlaşmalara “söz ve davranışla” bağlılık sergilemeye gelince, İsrail liderlerinin, mükellefiyetlerini hükmi olarak kabul etmelerine rağmen Oslo sözleşmelerinin şartlarını yerine getirmeyi sistematik olarak reddettiklerini kim unutabilir?

Arap dünyasının önemli bir kesiminde demokrasiye beklenen geçişin daha ilk günlerdeyiz. Yanlış gidebilecek çok şey var; kötümserlik için pek çok neden var. Fakat süreç ilerledikçe, ABD çıkarları Amerika’nın çıkarlarıyla örtüşmeyen sözde dostların tavsiyelerinden sakınmalıdır. İsrailli bir politikacının bu sinik ve kurnaz makalesi, Arap demokratikleşmesine Amerikan desteğini baltalamak için yürütülecek uzun bir İsrail kampanyasının ilk salvosudur. Amerikalı politikacılar bu çabaların ardında yatan amaçları anlamalı ve her ne pahasına olursa olsun onlara direnmelidir.

Yazar hakkında: CIA Terörle Mücadele Merkezi eski Direktörü

Kaynak: El Cezire

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı