I-Son zamanlarda daha fazla düşünür oldum Le Corbusier üzerine.  Mart ayında TYB’nin daveti üzerine gerçekleşen Bursa yolculuğumun ardından “Le Corbusierci Kentsel Dönüşüm” başlıklı bir yazı yazmış ve muhafazakâr kesimlerde alıp başını giden devasa projelere imza atma tutkusunda modern mimarinin sembolik isimlerinden, mega projeler mimarı Le Corbusier’in izlerini aramıştım.

Cüretkârlığı, dehası ve kararlılığıyla yüksek modernist inancı gözler önüne seren mimardır Le Corbusier, James C. Scott’un anlatımında. Onun  mimari üslubu, görkemiyle büyülemeye, çılgınlığıyla da şok etkisi uyandırmaya dönük her plan ve projede karşınıza çıkacak; sosyalist, kapitalist hatta “İslamcı” olmanız fark etmiyor.

Bu üslup karşısında sorularınız varsa, Le Corbusierci imar inşa ideolojisi sizi “kalkınmaya düşman, çağdışı, gerici” diye suçlamaya hazırdır; “Özgürlük Anıtı” etrafındaki tartışmalarda yaşadık bunu.  

II- Kojin Karatani “Metafor Olarak Mimari” (Metis; 2005) isimli kitabında felsefi bağlamda irdelediği  mimariyi “çeşitli biçimselleştirmelerin gerçekleştiği bir sistem” olarak ele alıyor. Bu anlamda mimari Batı düşüncesini temellendiren metafiziği kaçınılmaz olarak meydana getiren mekanizmanın da adı, kitabın giriş yazısını yazan Arata İsozaki’ye göre.

Batı felsefesinde yaşanan krizler mimaride yaşanan krizi de yansıtıyor ve bu krizler de birkaç yüzyıldır büyük dalgalar halinde geliyor. Anlaşılan bu krizlerin sebebi, mimarın veya mimarlığın evrenin yaratıcısı ile ilişkisindeki çözülme. Dünya genişlemeye başlamıştı sanki, keşif seyahatleriyle. 18 yüzyılda Batılı mimarlar yeryüzünde dolaşırken  farklı toplumlarda mimarinin kendileri için esas teşkil eden (M.Ö. I. yüzyılda yaşamış bir mimar, mühendis  olan) Vitrivius’un Mimari Üzerine On Kitap’ındaki temellerden çok farklı norm ve ilkeleri yansıttığını gördüler. Kitabın sağlamlığı ve tekliği karşısında duyulan kuşku çok geçmeden mimariye de yansıdı; bu ilk krizdi.

 Batı’da bu krizle birlikte ortaya çıkan boşluğa önce sanat dediler, ardından da ütopya. Gelgelelim kırılgan sanat kavramı devlet desteğine rağmen kendi kendine yeterli olamadığı için mimarlar, artık biricik ve vazgeçilmez sayılmadığı halde Vitrivius’un kitabına başvurmaya devam ediyorlardı. O zaman da ütopya devreye sokuldu: Ütopya: Sözcüğün düz anlamıyla hiçbir yerin yeri. Ütopyanın yerleşimi için sanat kapı dışarı edilmeliydi. Böylelikle  yaşanan ikinci krizin ardından “sanat olarak mimari” yerini “inşaat olarak mimari”ye terk etti.

Le Corbusier’in Kartezyen katışıksız formlarla makinelerin acımasız gereksinimlerini birleştiren mimarisine böylelikle açıldı yollar. 20. yüzyılın ortalarından itibaren bir zamanların ütopyasın ait sayılan mimari ve kentsel imgeler gerçek mekanı doldurmaya başladı. Ütopyanın bu ironik gerçekleşimi, ona doğru ilerleyen avangard hareketlerin de son bulması anlamına geldi. 1968’le birlikte büyük anlatıların yaşadığı ifade sıkıntısı, öznenin kaybıyla birlikte üçüncü krizin altını çiziyor.

Mimarinin ütopya yolunda  sanatsallığından arındırılarak inşaat mühendisliğine dönüştüğü Batı’da sanat ve mimariyi bir zamanlar olduğu şekilde özdeşleştirme eğilimleri, kayıp özneyi geri çağırmaya dönük arayışlarla beraber, sonuncu krizden çıkma çabasını yansıtıyor. “İnşaat olarak Mimari”ye karşı  80’lerde tepki olarak postmodernizmin aniden serpilmesi, krizin aşıldığı anlamına gelmiyor henüz.

Mimaride Çözünme (1975) kitabının müellifi İsozaki benzeri bir krizin Japonya’da asla yaşanmadığını hatırlatıyor: Japonya’da bir bina asla modern inancı yansıtacak şekilde salt proje olarak kabul görmemiştir.

Japonya bir mimari kriz yaşamadıysa, Türkiye niye yaşamaya devam ediyor? Bunun cevabı herhalde “aradalık” kavramında aranmalı. Ya da “Bu Ülke”nin Batı’ya doğru yol almak isterken Doğu’ya çekilmesiyle ortaya çıkan yırtılmalardan mı söz etmeliyiz…

III-Le Corbusier araziye uzaklardan bakarak kalemini oynatır ve verimlilik adına biçimsel düzeni sağlamaya çalışırdı. Biçimsel düzeni sağlamaktan bile uzak görünen site manzaralarını izlerken  aklıma gelen soru, şehir-kasaba dokusuyla uyumlu bir ”ümran” anlayışının, aktörleri Diriliş Okulu’na yabancı olmayan AKP iktidarları döneminde niye bir türlü uygulamaya sokulamadığıdır.  

Rahmetli Turgut Cansever’le Habitat toplantıları sırasında bir atölye çalışmasına katılmıştım. Siyasette ve felsefede Aliya İzzetbegoviç’in sahip olduğu duyarlığın mimaride yansıması olarak görünmüştü bana Cansever, konuşmalarını dinlerken. Yolunun zaman zaman Akkaya evlerinin mimarı Nail Çakırhan’la ve Ömer Uluç’la buluşmuş olması bu açıdan da bana çarpıcı geliyor. (Devletin katı  Batılılaşma politikası tarafından araçsallaştırılan bir sanatın hakikatle ilişkisinin baştan koptuğu yolundaki argümanlarıyla DGSA’ya  muhalif bir grup sanatçının arasında yer alıyordu  Ömer Uluç, meslek hayatının başlarında bile. Nuri İyem ve Erol Akyavaş, bu isimlerin bulunduğu dalgada etkili olan iki sanatçı.)

Tabiatı ve tarihi hesaba katarak biçimlenen, bir canı bir ruhu olan mimarlık anlayışından hiç ödün vermeyen Cansever’in mimarlık anlayışının geçen yıllar içindeki imar faaliyetlerinde yansımalarını gördüğümüz söylenemez.

Sermaye yoksunluğu bir cevap olamaz. İhtişamlı ve “çılgın”  projeler için ayrılan bütçenin sadece bir kısmıyla çevreyi dikkate alan bir mimarlık ve şehircilik üslubuna destek verilebilirdi. Gerçek ihtiyaçlar ve meselelerin Le Corbusierci “inşaat olarak mimari” anlayışıyla örtbas edilmesinin örneklerinin ardı arkası kesilmiyor, seçim yaklaşırken. Halkımızın büyük ölçekli projeler karşısında kapılacağı var sayılan hayranlık ne kadar gerçeklere karşılık geliyor, emin değilim.  İnsanlar bir partiyi salt hızlı kalkınma anlayışı hatta sadece sağlıklı bir çevre görüşüne sahip olması nedeniyle desteklemiyorlar ülkemizde genellikle, özgürlüklere yapılan vurgu ve insan hakları bağlamı her zaman öne çıkıyor.