İç politika ile dış politikanın ne kadar ayrılamaz hale geldiğini ve tüm sorunların nasıl birbiri ile bağıntılı olduğunu gösteren bir dönem yaşanıyor. Demokratik açılım, Ermenistan ile normalleşme ve Kıbrıs müzakereleri aynı anda ve neredeyse benzer biçimlerde çözüm bekleyen konular durumunda.

Eskiden ise, bu sorunlardan her biri diğeri için kullanılır; birinde bir girişim olsa mutlaka diğer ile ilgili bir kriz olur, dolayısıyla bu üç başlıktan biri işbirliği-barış-yakınlaşma sürecine girse, öteki iki başlıkla ilgili konulara çatışma-düşmanlık-uzaklaşma damgasını vururdu.

Gündemdeki bu üç konunun içinde Kürtler, Ermeniler ve Rumlar var ki Türkiye'nin makus tarihini değiştirmesi, demokratikleşme düzeyini yükseltmesi bakımından en önemli eşiklerden biri olan azınlık sorunun temel oyuncuları.  Bu halkların Türkiye'deki gibi azınlık değil çoğunluk oldukları ve bağlı bulundukları siyasal otorite ve küresel oyuncu olarak da Irak Kürdistan'ı, Ermenistan ve Yunanistan var. Bunlar, Türkiye'deki "Sevr" anılarının sahne önündeki oyuncuları olarak görülmüş, düşmanlık ilişkilerinin merkezinde yer almış, tarihsel sorunlara yenilerinin eklenmesiyle uzayıp giden sorunların merkezi haline gelmiş unsurlar. Her biri ile ilişkilendirilebilecek EOKA, ASALA ve PKK terör örgütleri, yine her birinin arkasında olduğu düşünülen "dış güçler" Türkiye'de "üç tarafı denizlerle, dört tarafı düşmanlarla çevrili ülke" anlayışının yerleşmesinin gerekçeleri.

Bu üç sorunun Türkiye'de yarattığı sonuçlarına bakıldığına şunları söylemek mümkün. Birincisi bu sorunların üçü de, ülkedeki demokratikleşme ve gelişme çabalarının temel engelleyicisi oldu, yalpalayıp duran Türkiye'nin "batı" bloğu içinde ama bu bloğun da tam ucunda kalmasını sağladı denebilir. Kürt, Ermeni ya da Rumların bir yandan eski emperyalistlerce kullanıldığı anlayışı yaygınken, aslında bu üç halkın siyasal faaliyetlerinde daha çok Sovyetler Birliği etkin olmuştu. Dolayısıyla NATO ve Avrupa Konseyi üyesi Türkiye'nin "sol" eğilimli ya da zaten Sovyet bloğuna bağlı unsurlarla mücadele etmesi, dönemin konjonktüründe küresel güçlerce de göz yumulabilir bulunuyordu. Üstelik bu haldeki Türkiye'nin AB sürecine dahil olmasına da imkan olmayacağından Türkiye'deki ve Avrupa'daki bir çok kesim durumdan rahatsız olmamaktaydı.

Bugün küresel sistemde koşullar değişti. Artık hiçbir oyuncunun bir oluşumun kenarında mı ortasında mı yer alacağına diğer devletler doğrudan karar veremiyor, bizzat nerede olacağına karar veren devlet, sistemde kendisine yeni bir yer açıyor. Kıbrıs sorunuyla Türkiye'nin Yunanistan ile sürekli gerilim yaşaması, Ermenistan sorunuyla ABD'nin her yıl nisan ayında celallenen baskı unsurunu sürdürmesi ve Kürt sorunu nedeniyle diğer komşularla çatışma yaşanması sürdürülebilir bir siyaset olmaktan çıktı, zira bu konuların sorun olarak kalmasının artık hiçbir tarafa kazancı kalmadı. Kürtler çatışma yoluyla siyaseten var olma imkanlarını ABD'nin Irak işgalinin ikinci aşamasında kaybettiler, Ermeniler ülkelerinin geleceğini Rusya-Batı rekabetinin merkezinden çıkarma çabasına girdiler, Yunanistan da Kıbrıs'ta var olan durumun giderek kalıcı statü olabileceğini farkında.

Bu sorunların çözümsüzlüğünün Türkiye açısından en temel sonucu ise, AB'nin dışında kalması. Daha önceleri AB'nin kenarında, NATO'nun ucunda, Sovyetlerin önünde durmasına yarayan koşullar; bugün AB'nin dışında, Rusya'nın yanında, NATO'nun kenarında kalma riski doğuruyor. Küresel sistem Türkiye'nin, AB'nin içinde, NATO'nun merkezinde ve Rusya'nın yanında olmasını zorluyor ve ülkede bu durumu görenler "açılım" üstüne açılım yapıyor. Süreçlerin doğal seyrini ve gerekliliğini göremeyenlerin kaybedeceği bir döneme giriliyor; bu hem içerideki hem dışarıdaki oyuncular için geçerli.

Kaynak: Star