Türkiye askerî vesayet altında olan nevi şahsına münhasır bir rejimden özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiye geçiş niyetinin sancılarını ve gerilimlerini yaşamaktadır.

Bu geçiş döneminde gündeme gelen en yaşamsal konu ulusal güvenlik güçlerinin (TSK, polis, jandarma, sahil güvenlik, istihbarat örgütleri) demokratikleşmesi, demokratik gözetim ve denetim altına alınması, diğer bir deyişle kurumsal olarak sivil denetime tabi tutularak şeffaflaştırılıp hesap verebilir duruma getirilmesidir. Bunun bir anlamı da devlet eksenli güvenlik anlayışından, birey eksenli güvenlik anlayışına geçmektir.

Türkiye'deki çatışma ve gerilim, bürokrasinin, özellikle TSK'nın bu geçişe direnişinden doğmaktadır. (Siyasi ve toplumsal alan, yargı, iç güvenlik, medya.) Militarizme eklemlenmiş polis devlet uygulamalarıyla çelikten bir devletle karşı karşıya bulunmaktayız. TSK'nın bir iç güvenlik sorunu olan teröre karşı kullanılması militarizmin yaygınlaşmasına, askerî vesayetin zemin ve güç kazanmasına, başta Kürtler olmak üzere tüm grupların sorunlarının çözülemez hale gelmesine, demokrasinin ve hukukun gerilemesine, daha çok insan yitirilmesine, insanların daha fakirleşmesine, TSK'nın güvenilirliğinden kuşku duyulmasına neden olduğu açıktır. Bu durum hem ülkeyi yönettiği iddiasında bulunanlar hem de TSK açısından bedeli halka ödettirilmiş bir başarısızlıktır. Bu nedenle barış ve diyalog sürecinin başlatılabilmesinin ilk koşulu iddia edildiği gibi PKK'nın misillemeden vazgeçip çatışma alanlarını boşaltması değil, TSK'nın ivedilikle iç güvenlik alanından çekilmesi, siyasetten arındırılması, kendi asli görevine döndürülmesi ve bu görevin iç güvenlik güçlerine bırakılmasıdır. Öncelikle mesele TSK'nın PKK'ya karşı doğrudan kullanılır bir güç olmaktan çıkarılmasıdır. Silahlı kuvvetler (armed forces) bir ülkenin kendisini dış tehditlerden korumak için sahip olduğu "silahlı bir güçtür". Silahlı kuvvetlerin görev alanına giren dış tehditler "düşman" olarak tanımlanır. Silahlı kuvvetlerin düşmana karşı kullanmış olduğu silah, teçhizat ve uygulamalar da bir "hizmet" ifası değil "savaş" icrasıdır. Diğer bir tanımlama ile silahlı kuvvetler bir kamu "hizmet" (service) kurumu değil "kuvvet" (force) kurumudur. Gelişmiş ülkelerde polislik (policing) olarak da tanımlanan iç güvenlik görevlerini yerine getiren polis ve diğer kurumlar ise bir "hizmet" (service) kurumudurlar. Bu kurumlar "düşmana" karşı savaşmaz, kendi "vatandaşlarının", hatta vatandaş statüsünde olmasa bile ülkede yaşayan herkesin, güvenliğini sağlamaktan sorumludurlar.

Asker düşmanı "yok etmek" (imha etmek) için 'savaşırken', polis en genel anlamda "kanunları uygulamak" (law enforcement) ve kendi vatandaşı olan sanıkları 'etkisiz hale getirmek' (incapacitate) için ancak yasalar çerçevesinde gerekli olan kadar orantılı bir güç kullanabilir. Görevleri gereği zaman zaman silah kullanmak durumunda kalsalar bile iç güvenlik birimlerinin temel fonksiyonları "savaş" değil "hizmet"tir ve muhatapları da "düşman" değil "vatandaş"tır. Bir ülkenin kendi vatandaşından bir kısmını "düşman" olarak görmesi ve onlardan kaynaklanan iç tehditlere karşı uygulamalarını adeta bir "savaş" olarak tanımlaması hem ulusal ve uluslararası yasalar açısından, hem ahlaken hem de siyaseten kabul edilemez.

Terörle mücadelenin sadece silahlı mücadeleye indirgenerek, siyasi mücadele boyutunun ihmal edilmesi bir yönü ile şiddeti besleyerek yeni katılımlara yol açmakta, diğer yönü ile de örgütün uluslararası alanda zamanla destek ve meşruiyet kazanması sonucunu da doğurabilmektedir. Gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelerdeki terör örgütlerine ılımlı yaklaşmalarının arkasındaki en önemli nedenlerden biri, baskıcı sistemlerin toplumsal sorunları siyasi kanal ve mekanizmalar ile dile getirme ve çözme imkânı tanımadıkları iddiasıdır. Batılı ülkeler baskıcı olarak gördükleri sistemlerdeki şiddet eylemlerini "özgürlük savaşı", eylemde bulunanları da "özgürlük savaşçıları" (freedom fighters) olarak tanımlamaktadırlar. Bir devletin terörle mücadelesini sadece veya çok ağırlıklı olarak silahlı mücadele ile yürütmesi, sivil ve siyasi çözümlere öncelik vermemesi doğal olarak bu tezi güçlendirmektedir. Tarihsel, kültürel, ekonomik, sosyal nedenleri ve siyasal amaçları olan terör ile mücadele, diğer sorunlarda olduğu gibi, siyasi iradenin yönetim ve denetiminde yürütülmesi gereken topyekûn bir mücadeledir. Silahlı mücadele bu topyekûn mücadele içinde yer alan unsurlardan sadece biridir.

Terörle mücadelede önemli olan, diğer bir konu ise siyasi iradenin bu mücadeleyi yönetebilecek kadar donanımlı, cesur ve nitelikli olmasıdır. Bu durumda siyasi kurumlar ve iradenin terörle mücadelenin neresinde olması gerektiği ve bu konuda yeterli olup olmadıkları sorusu önem kazanmaktadır. Siyasi iradenin hangi nedenlerle olursa olsun sürekli olarak terörle mücadelenin dışında kalması veya tutulması, doğal olarak siyasi iradede bir zafiyet doğuracaktır. Terörle mücadelenin dışında tutulan ve bu konuda alınan kararlarda etkin rol oynayamayan ve bir yönü ile de sorumluluk ve risk almayan siyasi irade doğal olarak terörle mücadelede bilgi ve tecrübe sahibi olamamaktadır. Terörle mücadele politikalarının belirlenmesi konusunda siyasiler tarafından oynanması gereken bir rol ve doldurulması gereken bir boşluk varsa bu yine siyasiler tarafından doldurulmalıdır. Terör siyasi içeriği olan şiddet eylemlerini barındırdığı için bu boşluğun silahlı güçler tarafından doldurulması beklenemez. Boyutu ne olursa olsun terör savaş değil, bir iç güvenlik sorunudur. Terörle mücadele ederek ülkenin asayiş ve güvenliğini sağlamak da seçilmiş siyasi iradenin görevidir. Siyasi irade asayiş ve güvenliği sağlamakla görevli olup, bu görevi İçişleri Bakanlığı vasıtasıyla yerine getirir. İçişleri Bakanlığı bu görevi kendi kontrol ve denetimi altında görev yapan kolluk (polis ve jandarma) birimleri aracılığıyla yapar. İçişleri Bakanlığı'nın emri altındaki kolluk birimlerinin yetersiz kalmaları durumunda ise yine yetkili sivil otoritenin talep ve görevlendirmesi doğrultusunda, kolluk hizmetleri dışında olan askerî kuvvetlerden de yardım alınabilir.

Ancak tüm bunlar yapılırken iç güvenlik görevlerinin birinci derecede sorumlusu ve amiri İçişleri bakanı ve onun yerel temsilcileri olan valiler ve kaymakamlardır. İç güvenlik görevlerinde kolluk hizmet birimlerinin iç güvenlik görevlerinde yetersiz kalmaları durumunda askerî kuvvetlerden geçici olarak yardım alınması, demokratik yönetimlerde, çok arzu edilen bir durum olmayıp en son çare olarak başvurulmalıdır. Ancak, bu yapıldığı zaman bile iç güvenlik hizmetleri askerî bir görev niteliğine kavuşmaz. Sadece sivil bir hizmet alanı olan asayiş görevleri için askerî kuvvetlerden geçici olarak yardım alınmış olur. Emasya protokolüyle askere doğrudan olaylara müdahale yetkisi verilmesi, kanuna ve hukuka aykırı olup kabul edilemez bir durumdur.
 
Kaynak: Zaman