Allah, Yaratan'dır; bütün varlıklarsa yaratılan. Allah, bâkî'dir; bütün varlıklarsa fânî.
İnsan, Allah'ın kendi ruhundan üflediği bir varlıktır. Allah, insanı, Hakîkat'i yeryüzünde tahakkuk ettirme emânet ve "hilâfet"yle mükellef kılmıştır. Bu mükellefiyet ve teklife mukabil olarak, Allah, bütün varlıklar arasında yalnızca insana, Akıl, İrade ve Kelâm nimetlerini bahşetmiştir.
Ancak insan, bu husûsî kabiliyet ve melekeleriyle, melekût âlemine yükselecek bir eşref-i mahlûkât (yaratılmışların en şereflisi) olduğunu da gösterebilecek; mülk âleminin melîk'i (kralı, sahibi) zannıyla, kendisini tanrılaştırmaya kalkışıp kendisine yüklenen emânet ve hilâfete isyan ederek, hayatı hem kendisi için, hem de diğer varlıklar için yaşanılamaz hâle, cehenneme dönüştürebilecek "esfel-i sâfilîn" (aşağıların en aşağısı) bir varlık olduğunu da ortaya koyabilecek bir mahiyette, hüviyette ve hürriyette yaratılmıştır.
Başka bir ifadeyle: İnsan, Yaratıcı ve bütün yaratılmışlarla üns'iyet kesbedebilecek yüce bir varlık olma imkânlarına da sahiptir; bu üns'iyeti yitirebilecek bir nisyan (unutma ve isyan) derekesine düşebilecek zaaflara da.
İnsan, akıl, irade ve kelâm nimetleriyle teçhiz edildiği için, bu iki yöne temayül etme konusunda hürdür. Eğer insan, ubudiyetini (kulluk mükellefiyetlerini) hatırlayarak Yaratıcı ve bütün yaratıklarla ünsiyet kesbedebilecek bir yolu tercih ederse, Allah'tan başka hiçbir şeyi Rabb (Tanrı) edinmeyerek, hem kendisinin, hem de bütün varlıkların ne için yaratılmışlarsa onun için ve o mükellefiyetlerini yerine getirecekleri şekilde hür olarak varolmalarını sağlayabilir. Yok eğer insan, ubûdiyetini unuturak, Rubûbiyet (tanrılaşma) iddiasına soyunmaya, dünyaya ve hayata Tanrı'yı hiçe sayarak çeki düzen vermeye kalkışırsa, hem kendi hürriyetini kaybeder; fânî kendi nefsine / egosuna, fânî dünyanın ve nefsinin arzularına teslim olmaktan, onları fetişleştirerek, yücelterek, onlardan başka hiçbir şeye önem vermeyerek onların kulu ve kölesi olmaktan, dolayısıyla vicdansızlaşmaktan; Rabbine, kendisine ve dünyaya, diğer varlıklara yabancılaşmaktan, duyarsızlaşmaktan; hem de böylelikle başka varlıkların hürriyetlerine ve hüviyetlerine (kimliklerine / varlıklarına) kast etmekten kendisini kurtaramaz.
İşte Kurban ve bayramı, Rubûbiyet iddiasına soyunmak yerine, ubûdiyetlerini hakkıyla yerine getirmelerine imkân sağlayarak, insana ve diğer varlıklara gerçek hürriyetlerini bahşeden, dünyevî ve uhrevî hayatta eşsiz nimetler (kevserler) lutfeden çok katmanlı, derûnî bir vasat ve vasıtadır.
Kurban, kısaca, yakınlaşmak demektir. Kurban kesme işlemi, insanı aynı ânda, üç şeye yakınlaştırır: Ölüme, hayata ve Rabb'ine.
Kurban'ı, "hayvan katliamı" olarak görenler, insanların, tabiatın ve Tanrı'nın yok edilmesinin nasıl önlenebileceği konusunda hiçbir esaslı fikirleri, önerileri, çözümleri hatta (en azından bazılarının) bu konularda samimiyetleri olmadığına fiilen tanık olduğumuz kişilerdir.
Kurban vecîbesinden bahsedilen Kevser sûresinden önceki Mâ'ûn sûresinde dini, dinin hayat bahşedici hakîkatlerini inkâr edenlerin, vicdanlarını yitirdiklerine dikkat çekilerek, namazı kılıp da zekâtı ve her türlü hayrı / iyiliği, yardımlaşmayı ihmal ve terk eden Müslümanlara lanet edilir. Çünkü namaz, insanı -bütün kötülüklerden uzaklaştırarak- varkılar, insanı insan kılar. Namazın insanı kötülüklerden uzaklaştırmadığı insanların, tıpkı kâfirler gibi, vicdanları yok olabilir; onların kıldığı namaz, namaz olma özelliklerini yitirir.
İşte Kevser sûresinde, Allah bize, namaz kılmamızı ve ardından da en değerli şeylerimizi kurban etmemizi emreder. Ancak namaz kılıp da en değerli şeylerimizi Allah rızası için feda ve kurban ettiğimiz zaman, hakkıyla kul olacağımızı (özgürleşebileceğimizi ve başka varlıkların varolma hak ve özgürlüklerine sahip çıkabileceğimizi) ve en değerli şeylerimizin kıymetini bilebileceğimizi hatırlatır bize.
Sonuçta kurban, en değerli şeylerimizden vazgeçebildiğimiz ettiğimiz zaman, ölümün hakîkatine vakıf olabileceğimizi, vicdan sahibi bir varlığa dönüşebileceğimizi, böylelikle hayatta bütün varlıklara daha şefkatle, merhametle yaklaşabileceğimizi gösterir ve öğretir: Ancak en değerli şeylerimizden vazgeçebilirsek, Allah bize bütün dünyevî ve uhrevî nimetlerin, hakîkatlerin ve iyiliklerin kapısını açar; işte o zaman, hayat-memât boyutlarında seyreden varoluşun derûnî mânâsını kavrayabilir ve bize yüklenen emâneti bihakkın yerine getirerek daha âdil, daha kardeşçe, daha huzûr ve sükûn içinde yaşayarak bayrama dönüştürebiliriz hayatı. Ne mutlu bu türden kişilere, diyerek, bayramınızı bütün kalbî duygularımla tebrik ediyorum.
Kaynak: Yeni Şafak