Soğuk Savaşın sona erdiği ilk yıllarda, pek çok Amerikalı uluslararası politikanın geleceği hakkında çok derin iyimser hisler taşıyordu. Başkan Bill Clinton 1993 Eylül'ünde BM Genel Kurulu'nda şu sözleri söylerken o halet-i ruhiyyeyi yakalamıştı:

"İnsanlık tarihinde bir dönüm noktasında yaşadığımız çok açık. Her gün, muazzam ve vaatkâr bir değişim hissi hepimizi kaplıyor. Dünya artık silahlı ve kızgın iki kampa ayrılmış değil. Düzinelerce yeni demokrasiler doğdu. Bir mûcize anıdır bu."

PDF DOSYASI OLARAK OKUMAK İÇİN TIKLAYIN

Önde gelen yeni-muhafazakârların yazdığı iki meşhur makale, tüm bu iyi duyguların temelini atmıştır. 1989'da Francis Fukuyama "Tarihin Sonu" başlıklı makalesinde batılı liberal demokrasinin komünizm ve faşizm karşısında iki büyük kesin zafer kazandığını ve batılı liberal demokrasinin "beşeri yönetimin nihâi formu" olarak görülmesi gerektiğini savundu. (1) Bu "ideolojik evrimin" sonuçlarından biri de büyük güçler arasında büyük ölçekli çatışmaların "sahneden çekilmesidir" diye savunmuştu her ne kadar "Üçüncü Dünya'nın geniş bir kesimi tarihe saplanıp kalmış ve önümüzdeki yıllarda çatışma zemini olmaya devam edecekse de." "Ama liberal demokrasi ve barış en nihayet Üçüncü Dünya'ya da gidecektir çünkü zamanın kumları amansızca o tarafa akıyor. "

Bir yıl sonra da Charles Krauthammer "Tekkutuplu An" başlıklı makalesinde ABD'nin Soğuk Savaş'tan gezegendeki en güçlü ülke olarak çıktığını vurguladı.(2) Amerikalı liderlere, tekkutuplu dünyaya yön vermek için güç kullanmaktan çekinmemelerini, mahcubiyet duymadan dünya düzeninin kurallarının serimleyip bu kuralları icra etmeye hazırlıklı olmalarını ısrarla tavsiye etti. Krauthammer'ın tavsiyesi, Fukuyama'nın gelecek vizyonuna tam olarak oturur: ABD, demokrasiyi az gelişmiş ülkelere götürmekte başı çekmelidir. Her şeyden evvel, ABD'nin müthiş gücüne ve tarihin onun tarafında yer almasına bakınca zorlu bir görev olmamalıdır bu.

ABD stratejisi, en çok da Beltway'deki çoğu politikacı Fukuyama'nın ve Krauthammer'ın bu ilk analizlerine katıldıkları için son yirmi yıldır bu ana reçeteyi izliyor.

Sonuçlar ise felâket. ABD 1989'dan beri her üç yılın ikisini savaşlarla geçiriyor ve ufukta bir son görünmüyor. Dünyadaki hâdiselerle ilgili bazı temel bilgilere sahip herkesin bileceği üzere sürekli olarak savaş yapan ülkeler hep sivil özgürlükleri zarar veren ve liderlerin davranışlarının hesabını vermelerini zorlaştıran güçlü ulusal güvenlik bürokrasileri kurarlar; istisnasız hepsi de genelde vahşi diktatörlerle ilişkilendirilen acımasız politikaları benimserler. James Madison'ın "sürekli harp içinde olan hiçbir ulus özgürlüğünü muhafaza edemez" gözleminde açık olduğu üzere Kurucu Babalar bu problemi idrak etmişlerdi. Washington'ın son on yıldır suikast, infaz ve işkence politikaları izlemesi – yurtiçinde hukukun üstünlüğünün zayıflamasından bahsetmeye bile gerek yok – Kurucu Babaların korkularının haklı gerekçesi olduğunu gösterir.

İşleri daha da kötüleştirircesine, ABD bu kez de Afganistan ve Irak'ta şimdiye değin bir trilyondan fazla paraya ve 47 bin kişiye mâl olan müzmin savaşlara girişti. Irak'a çektirilen acı ve eziyet daha büyük. Savaşın başladığı 2003 Mart'ından beri yüz binden fazla sivil hayatını kaybetti, yaklaşık 2 milyon Iraklı ülkelerini terk etti ve 1.7 milyon kişi iç mülteci haline geldi. Dahası, Askeri takviyenin (surge) Irak'ta nasıl işe yaradığı ve benzer bir stratejinin Afganistan'da nasıl işe yarayacağı hakkında sarfedilen sahte sözlere rağmen, Amerikan ordusu bu çatışmaların hiçbirini de kazanamayacaktır. Her iki bataklıkta faydasız zafer peşinde koşarak daha yıllarca kalabiliriz.

ABD üç önemli dış politika problemini de çözemedi. Washington, Tahran'ın nükleer silah edinmesiyle sonuçlanır korkusuyla İran'ın uranyum zenginleştirme imkân ve kabiliyetini yok etmek için fazla mesai yaptı ama ortada başarı yok. Daha bir Kuzey Kore'nin nükleer silah edinmesini engelleyememiş olan ABD şimdi de onu bu silahlardan vazgeçmeye zorlamaktan aciz görünüyor. Son olarak da, Soğuk Savaş'tan sonra gelen her bir Amerikan yönetimi İsrail-Filistin çatışmasını çözmeyi denemiş ve başarısız olmuştur; tüm göstergeler, Batı Şeria ve Gazze Büyük İsrail'e katılırken bu problemin daha da kötüleşeceğine işaret ediyor.

Acı gerçek şu ki ABD dış politika cephesinde belâların kol gezdiği bir dünyanın içinde bulunuyor ve Afganistan ve Irak çözülüp suçlama oyunu zehirleyici bir düzeye çıkarken muhtemel ki bu hâl ve keyfiyet gelecek birkaç yıl zarfında daha da kötüleşecektir. Dolayısıyla da Chicago Council on Global Affairs'in son kamuoyu araştırmasının şu bulgusu hiç de şaşırtıcı değildir: "Gelecek 50 yıla bakınca, ABD'nin dünyanın lider gücü olmayı sürdüreceğini Amerikalıların sadece yüzde 33'ü düşünüyor." 1990'ların başlarındaki o kafa yapan günler yerini telaffuz edilen bir kötümserliğe terk ediyor.

Bu üzücü durum, yanlış giden neydi? sorusuna yol açıyor. Ve Amerika seyrini düzeltebilir mi?

ABD'nin aşağı doğru sarmal hareketi kaçınılmazdı. Washington her daim bir "büyük strateji" seçeneğine sahipti. Bazı liberteryanlar arasında popüler olan şık, tecritçiliktir. Bu yaklaşım, Batı Yarımküresi dışında Amerika'nın canını ve parasını harcamayı haklı kılacak denli stratejik önem-i haiz hiçbir bölge olmadığı varsayımına dayalıdır. Tecritçiler, ABD'nin kayda değer ölçüde güvenli olduğuna inanırlar çünkü ABD iki dev hendek sayesinde – Atlantik ve Pasifik Okyanuslarıyla - dünyanın tüm büyük güçlerinden ayrılmıştır ve hepsinden önemlisi de 1945'ten bu yana da nihâi caydırıcı olarak nükleer silahlara sahiptir. Fakat gerçekte Washington'ın bu politikayı benimseme şansı yoktur her ne kadar ABD II. Dünya Savaşı'ndan beri güçlü bir tecritçi eğilime sahipse de. O tarihten sonra, Rockefeller gibilerin desteklediği uluslararasıcı etkinlik, bu yaklaşımın meşruluğunu büsbütün yok etti. Amerikalı politikacılar ülkenin dünya sahnesine askeri dahlinin gerekli olduğuna inanmaya başladılar. Ancak hiçbir merkez politikacı şu noktada tecritçiliği savunmaya cüret edemese de, bu stratejinin mantığı ABD'nin ne kadar güvenli olduğunu gösterir. Yani Amerikan kamuoyunu dünyayı yönetmeye özellikle de uzak diyarlarda keyfi savaşlara teşvik etmek her zaman sorun olacaktır.

Amerika'nın kendi tarihinin büyük bir diliminde izlediği geleneksel denizaşırı dengeleme (offshore balancing) stratejisi bir diğer şıktır. Dünyada ABD için önemli üç bölge vardır – Avrupa, Kuzeydoğu Asya ve Basra Körfezi - inancına dayalı olan bu stratejiye göre ABD'nin başlıca amacı, kendisi Batı Yarımküresine hâkim olurken, bu bölgelere hiçbir ülkenin hâkim olmadığını görmektir. Diğer bölgelerdeki tehlikeli rakiplerin Amerika'nın arkabahçesine karışma özgürlüğüne sahip olmaları yerine dikkatlerini kendi arkabahçelerindeki büyük güçlere yoğunlaştırmalarını sağlamaktır bu. Bu sonuca ulaşmanın en iyi yolu, arzulu bölgesel hegemonlara karşı koymakta yerel güçlere bel bağlamak ve diğer taraftan da Amerikan askeri gücünü ufukta tutmaktır. Ama bunun kâbil olmadığı ortaya çıkarsa, Amerikan askerleri işin bitmesi için denizden gelip yardım eder ve potansiyel hegemon kontrol altına alındıktan sonra da bölgeyi terk ederler.

Seçici angajman da (selective engagement) ABD'nin askeri gücünü mevzilendirmeye istekli olacağı bölgelerin Avrupa, Kuzeydoğu Asya ve Basra Körfezi olduğunu varsayar. ABD askerlerinin barışı korumak için bu bölgelere kalıcı olarak yerleştirilmesini savunduğundan dolayı denizaşırı dengelemeden daha hırslı bir stratejidir. Seçici angajman yanlıları nezdinde, arzulu hegemonları engellemek yeterli değildir. Bu bölgelerde savaş çıkmasını da engellemek gerekir çünkü ya kargaşa bizim ekonomimize zarar verecek ya da her hâlükarda biz de savaşa sürükleneceğiz. Amerikan mevcudiyeti, nükleer silahların yayılmasını sınırlandırmak için de faydalıdır derler. Fakat bu stratejilerin hiçbirisi de demokrasiyi - özellikle savaş yoluyla - küreye yayma çağrısı yapmaz.

Amerika'nın başındaki sıkıntıların ana sebebi, Soğuk Savaş sonrasında kusurlu bir büyük strateji benimsemiş olmasıdır. ABD, Clinton yönetimi itibariyle, diğer tüm güzergâhları reddetti ve -başarısızlığa mahkûm olmakla kalmayıp hırslı gündeminin icrasında askeri güce çok fazla güvendiği takdirde tehlikeli bir şekilde geri tepmesi de muhtemel olan - küresel hâkimiyet yolunu veya alternatif olarak küresel hegemonya olarak adlandırılabilecek yolu izledi.

Küresel hâkimiyetin iki büyük gâyesi vardır. ABD'nin uluslararası sistemdeki en güçlü devlet olması anlamında Amerikan üstünlüğünü muhafaza etmek; ve demokrasiyi küre çapına yaymak, yani aslında dünyaya Amerika'nın kafasına göre şekil vermek. Bunun altında, yeni liberal demokrasilerin barış meyillisi ve Amerikan yanlısı olacakları, ne kadar çok olurlarsa o kadar iyi olacağı inancı yatıyor. Washington her bir ülkenin siyasetine dikkat kesilmelidir bu durumda. Küresel hâkimiyette, ABD çıkarlarını öncelik sırasına göre dizmek için ciddi hiçbir teşebbüs görülmez çünkü çıkarlar fiilen sınırsızdırlar.

Bu büyük stratejinin özünde "imparatorluk" vardır; yandaşları, ABD'nin diğer ülkelerin siyasetine karışma hak ve sorumluluğu olduğuna inanırlar. Böylesi bir küstahlığın diğer devletleri yabancılaştıracağı akla gelebilir ama doksanların ilk yarısı itibariyle pek çok Amerikalı politikacı bunun olmayacağından eminler ve aksine diğer ülkelerin – İran ve Kuzey Kore gibiler hâriç – ABD'yi onların çıkarlarına hizmet eden hayırhah hegemon olarak göreceğine inanıyorlar.

Bununla birlikte, küresel hâkimiyetçiler arasında stratejik amaçlarına en iyi nasıl ulaşacakları hususunda önemli bir fikir uyuşmazlığı var. Bir yanda ABD'nin küreye hâkim olup onu dönüştürmesinde askeri güce fazlaca güvenen ve çok büyük gücü olduğundan dolayı Amerika'nın tektaraflı hareket edebileceğine inanan yeni-muhafazakârlar var. Doğrusu, Washington'ın geleneksel müttefiklerini ve Cücelerin Gulliver'i bağladığı forumlar olarak gördükleri uluslararası kurumları açıkça küçümsemeye meyillidirler. Yeni-muhafazakârlar demokrasiyi yaymayı nispeten kolay bir vazife olarak telakki ederler. Onlara göre başarının anahtarı, zorbayı tahtından etmektir; bu bir kez yapıldığında, uzun zaman alan ulus inşasına girişmeye pek ihtiyaç yoktur.

Öte yanda da sosyal mühendislik yapmak için Amerikan ordusunu kullanmaya kesinlikle istekli olan liberal emperyalistler var. Fakat yeni muhafazakârlar gibi sırf güce dayanarak ne elde edilebileceğinden pek emin değiller. Dolayısıyla liberal emperyalistler, dünyayı yönetmenin, ABD'nin müttefiklerle ve uluslararası kurumlarla yakından çalışmasını zorunlu kıldığına inanırlar. Liberal emperyalistler, demokrasinin geneli cezbettiğine inansalar da onu diğer ülkelere kolayca ihraç etme konusunda yeni-muhafazakârlar kadar kanlı canlı değiller. Berlin Duvarı'nın düşüşünden sonra dünyayı yeniden şekillendirmeye koyulduğumuzda, gündemi küresel hâkimiyetin bu ilkeleri belirlemişti.

Soğuk Savaş sonrası dünyada yöneten ilk başkan Bill Clinton'dı ve onun yönetimi, küresel hâkimiyet stratejisini baştan sona icra etmişti. Ancak Clinton'ın dış politika ekibi liberal emperyalistlerden oluşuyordu. Bu yüzden de başkan ve sağ kolu olan kişiler dünyayı yönetmenin peşinde olduklarını açıkça belli etmelerine rağmen (eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright'ın şu meşhur ifadesine bâriz bir biçimde yansımıştı: "Eğer kuvvet kullanmak zorundaysak bu, biz Amerika olduğumuz içindir; vazgeçilmez ulusuz biz. Dik duruyor ve geleceği diğer ülkelerden daha iyi görüyoruz) askeri gücü gönülsüzce ve ihtiyatlı bir şekilde kullanmışlardı. Tekkutuplu anı ileriye ve yukarıya doğru itmeye dünden razı olsalar da, bu demokrasi teşvikçileri, tüm şevklerine rağmen, ulus inşasının kolay bir iş olmadığını çok geçmeden görmüşlerdi.

Clinton, başkanlığının ilk dönemi boyunca ABD'nin Somali'de ulus inşasına bulaşmasına umarsızca izin verdi. Fakat 1993'te Mogadişu'da silahlı bir çatışmada onsekiz Amerikan askeri öldürüldüğünde (Kara Şahin Düştü diye bilinir) askerleri derhal ülkeden çekti. Aslında, bu fiyasko Clinton yönetimini öyle korkutmuştu ki 1994 ilkbaharında Ruanda soykırımı sırasında, mâliyeti düşük olmasına rağmen müdahaleyi reddetmişti. Evet, Clinton 1994 Eylül'ünde acımasız askeri rejimi kaldırmak için Haiti'ye asker gönderdi fakat bahse değer bir Kongre muhalefetinin üstesinden gelmek zorunda kalmış ve çare olarak çok-uluslu askeri müdahaleyi destekleyen bir BM kararı çıkması için çalışmıştı. Haiti'deki Amerikan askerlerinin çoğu 1996 Mart'ına kadar ülkeden ayrılmışlardı ve ulus inşasını amaçlayan ciddi bir teşebbüse hiçbir zaman girilmemişti.

Clinton 1992 başkanlık seçim kampanyası sırasında Bosna'daki savaşı durdurmak için Sırbistan'a karşı askeri güç kullanımından ödün vermeyen bir tarzda konuşmuş ama Beyaz Saray'a yerleştikten sonra ayak sürümeye başlamıştı. 1995'te savaşı durdurmak için yalnızca hava gücü kullandı. Sırbistan'a karşı ikinci kez 1999'da - bu kez Kosova'da – savaş açtı ve NATO komutanı Wesley Clark ve zamanın İngiltere Başbakanı Tony Blair'in kara gücü kullanılması için yaptıkları baskıya rağmen yine hava gücüne güvendi.

1998'lerin başlarında, yeni-muhafazakârlar askeri güç kullanarak Saddam'ı devirmesi için Clinton'a baskı yapıyorlardı. Başkan, uzun vadede Irak liderini devirme hedefini onayladı ama bu amaç için savaşa gitmeyi reddetti. Richard Haass'ın dediği gibi ABD, Clinton döneminde "gönülsüz şerifti."

Clinton yönetimi sekiz yıllık saltanatı boyunca küresel hegemonya doğrultusunda çok az ilerleme kaydetti ama hiç değilse büyük dış politika fâcialarından sakınmayı başardı. Ulus inşasının zorlu bir iş olduğunu anlamış göründü ve bu amaç için öyle pek fazla can ve para tahsis etmedi.

Amerikan kamuoyunun yurtdışında mâceralara atılma konusundaki doğal gönülsüzlüğüne bakınca, 2000 başkanlık seçimlerine dek, çokları bu ihtiyatlı liberal emperyalizmden bile hoşnut değillerdi. George W. Bush, Clinton'ın dış politikasını - ve gitgide ironik bir hal almıştır ama özellikle de ulus inşası çabalarını - aşırı hevesli diyerek eleştirmekle bu hissiyatı sermayeye çevirmeyi denemişti. Cumhuriyetçi aday, ABD'nin hedef küçültmesini ve geleneksel Soğuk Savaş ittifaklarını canlandırmaya odaklanmasını istemişti. ABD'nin karşısında ana tehdidin yükselen Çin olduğunu savunmuş, terörizme çok az ilgi göstermişti. Aslında Bush seçici angajman stratejisini öneriyordu. Şaşırtıcı değildir, karşısındaki aday, Başkan yardımcısı Al Gore, çok-taraflılık kisvesi altında küresel hâkimiyet stratejisini savundu. Bush kazandığında, ABD daha az hırsı olan bir strateji izleyecekmiş gibiydi. Ancak bu olmadı çünkü yeni Bush yönetimi 11 Eylül sonrasında yaklaşımını esaslı bir şekilde değiştirdi.

O tüyler ürperten günden sonra Washington'ın terörizme başlıca tehdit olarak muamele edeceğinden hiçbir zaman kuşku duyulmadı. Fakat Bush yönetiminin bu problemi nasıl halledeceği ilk başlarda belli değildi. Bir sonraki yıl, Bush seçici angajmandan uzaklaşıp küresel hâkimiyeti kucakladı. Selefinin aksine, dünyayı yönetmek için yeni-muhafazakâr bir formül benimsedi. Bu ise öncelikle Amerikan askeri gücünün tektaraflı kullanımına bel bağlamak demekti. Afganistan savaşı itibariyle, Amerika, İslam dünyası ve Arap dünyasında rejim değişikliği için Amerikan askeri gücünü kullanmaktan ibaret olan Bush Doktrini çağına girecektir. Bugün unutması kolay ama Irak dünyanın bir bölgesine, demokrasinin büyük ölçüde bulunmadığı bir bölgesine, demokrasi ekme ve bu sûretle barışı yaratma planının ilk adımıydı. Başkan Bush 2003 başlarında kısa ve özlü bir biçimde ana fikri ortaya koymuştu: "Kararlılıkla ve Amerika uğruna, dost ve müttefiklerimiz uğruna, bu çağı ilerleme ve özgürlük çağı kılacağız. Tarihin seyrini özgür insanlar belirleyecek ve dünya barışını özgür insanlar koruyacaktır."

Namlunun ucundaki tüm bir bölgeyi dönüştürmek için bu olağanüstü planı izleyen Başkan Bush radikal bir büyük strateji uyguladı ki Amerikan tarihinde bir eşi daha yoktur. Ayrıca iç karartıcı bir başarısızlıktı.

Bush yönetiminin küresel hâkimiyet arayışı, 11 Eylül sonrasında ABD'nin karşı karşıya kaldığı tehdit muhitinin yanlış anlaşılmasından dolayı idi.

Başkan ve danışmanları, askeri kuvvetin modern dünyada neleri başarabileceği hakkında abartıya kaçmışlar, Ortadoğu'da demokrasi yaymanın ne kadar zor olduğunu hafife almışlardı. Bu üçlü hata, Washington'ın küreye hâkim olma çabalarını başarısızlığa mahkûm etti, Amerikan değerlerine ve kurumlarına zarar verdi ve dünyadaki mevkisini tehdit altına aldı.

Bush yönetimi, Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a yapılan ani saldırılarla birlikte terörizm hakkında ciddi ciddi düşünmek durumunda kaldı. Maalesef, başkan – ve dolayısıyla da pek çok Amerikalı – ülkenin neyle iştigal ettiğini iki bakımdan yanlış okumuşlardı: Tehdidin ciddiyeti muazzam şekilde abartılmış ve el Kaide'nin ABD'ye niçin öfke duyduğu anlaşılamamıştı. Bu hatalar Bush yönetimini zaten kötü olan problemi daha da kötüleştirecek politikalar benimsemeye sevk etti.

Terörizm 11 Eylül'den sonra varoluşsal tehdit olarak tanımlandı. Başkan Bush, eğer teröre karşı küresel savaşı kazanmayı ümit ediyorsak, gezegendeki her terörist grubun – Washington'dan şikâyeti olmayanlar dâhil – düşmanımız olduğunu ve yok edilmesi gerektiğini vurguladı. Bush yönetimi, İran, Irak ve Suriye gibi devletlerin terörist örgütleri faal bir halde desteklemekle kalmayıp teröristlere kitle imha silahları sağlamalarının da muhtemel olduğunu savundu. O halde ABD'nin bu haydut devletleri hedefe koyması zorunluydu eğer terörle küresel savaşı – yahut Norman Podhoretz gibi yeni-muhafazakârların ifadesiyle IV.Dünya Savaşını – kazanmayı ümit ediyorsak. Son olarak, yönetim el Kaide gibi grupların ülkeye sızıp yurtiçinde saldırı düzenlemelerinin nispeten kolay olduğunu ve gelecekte 11 Eylül gibi daha başka felâketler beklememiz gerektiğini iddia etti. En büyük tehlike, kitle imha silahlarıyla büyük bir Amerikan kentine saldırılmasıydı elbette.

Amerika'nın terörizm problemi hakkındaki bu değerlendirme nereden bakılırsa bakılısın kusurluydu. En ziyâdesinden tehdit abartısıydı. ABD'ye zarar vermek istemeyen gruplara karşı savaşa ilan etmenin bir anlamı yoktu. Bizim düşmanımız değillerdi; tüm terörist örgütlerin peşine düşmek, bizi hedefleyen grupları yok etmek gibi göz korkutucu bir görevi daha bir karmaşıklaştıracaktı. Ayrıca, haydut denilen devletlerle el Kaide arasında bir ittifak yoktu. Aslında İran ve Suriye 11 Eylül'den sonra Usame bin Ladin ve tayfasının ezilmesine yardım etmek amacıyla Washington'la işbirliği yaptılar. Bush yönetimi ve yeni-muhafazakârlar Saddam ve el Kaide arasında sahih bir bağlantı olduğunu ileri sürseler de basit bir nedenden dolayı bu iddiayı destekleyecek delil göstermediler: Çünkü delil yoktu.

Gerçek şu ki devletlerin terörist gruplara güvenmemek için güçlü nedenleri vardır çünkü bir gün gelir de onlara karşı dönebilirler ama ayrıca devletler terörist örgütlerin neler yaptıklarını kontrol edemezler ve patronlarını ciddi sıkıntıya sokacak bir şeyler yapabilirler. Bu yüzden de haydut bir devletin teröristlere nükleer silah verme şansı hiç de yoktur. O rejimin liderleri, terörist örgütün eylemleri dolayısıyla suçlanmayacaklarından ve cezalandırılmayacaklarından asla emin olamazlar. ABD'ye veya İsrail, teröristlere kitle imha silahlarıyla saldırma imkânı verildiğinden sırf şüphelenirse, onları yakıp kül etmeyeceğinden de emin olamazlar. Dolayısıyla da nükleer silah temini ciddi bir tehdit değildir.

Biraz daha dibe inerseniz, teröristlerin atom bombası elde etmeleri gibi uzak bir ihtimal vardır. Bunun en muhtemel yolu, nükleer silahlı bir devlette siyasi kargaşa varsa, teröristler veya onların dostları mevcut karışıklıktan istifadeyle başıboş bir nükleer silahı kapıp kaçabilmeleridir. Fakat o durumda bile üstesinden gelinmesi gereken engeller mevcuttur: Bazı ülkeler silahları parçaları birleştirilmemiş bir halde tutarlar ve bir nükleer silahı patlatmak öyle kolay bir iş değildir; silahı yakalanmadan sevketmek de zordur. Dahası, silahı patlamadan evvel bulmak amacıyla diğer ülkelerin Washington'la çalışmak için güçlü dürtüleri olacaktır. Demek ki nükleer güvenliği iyileştirmek, bu küçük ihtimali daha da zayıflatmak için diğer devletlerle çalışmalıyız.

Son olarak, teröristlerin ABD topraklarını vurma kabiliyeti çok abartılmıştır. 11 Eylül üzerinden geçen dokuz yılda zarfında, devlet yetkililer ve terörizm uzmanları Amerikan topraklarında –hatta eli kulağında - bir diğer saldırının muhtemel olduğuna dair sayısız uyarılarda bulundular.

Ancak böyle bir şey olmadı. (3) Gördüğümüz yalnızca 2001 Aralık ayında Paris'ten Miami'ye sefer yapan American Airlines'a ait bir uçakta üzerindeki bombayı patlatmak isteyen el Kaide bağlantılı "ayakkabı bombacısı" ve 2009 Aralık ayında Amsterdam'dan Detroit'e sefer yapan bir Northwest Airlines uçağında bomba patlatmak isteyen "iç çamaşırı bombacısıdır." Yani bir terörizm sorunumuz var fakat hiç de varoluşsal bir sorun değil bu. Aslında küçük bir tehdittir. Doğrusu, tehdidin kapsamını Ohio state Üniversitesi'nden John Mueller'in çarpıcı yorumunda görebiliriz: "1960'lardan beri uluslararası terörizme kurban giden Amerikalıların sayısı...aynı zaman zarfında yıldırım düşmesinden veya geyiklerin yol açtığı kazalardan yahut yerfıstığına karşı sert alerjik tepkilerden dolayı gerçekleşen ölümlerin sayısı kadardır. "

Terörle küresel savaş başarılı oldu diye 11 Eylül'den bu yana Amerikan topraklarında hiçbir saldırı olmadığını savunan çıkabilir. Fakat el Kaide'nin 11 Eylül'den önce, terörle küresel savaş diye bir şey yokken, ABD'yi vurmak için çokça çalıştığı ve bunu tek bir kez başardığı gerçeği bu iddiayı çürütüyor. El Kaide 1993 Şubat'ında Dünya Ticaret Merkezi'nin altındaki garajda bomba yüklü bir kamyoneti havaya uçurdu ve altı kişiyi öldürdü. Grup aynı binaya ikinci kez saldırmadan önce sekiz yıl geçti. Bu söylediklerimizin hiçbirisi 11 Eylül'ün göz alıcı bir terörist başarı olduğunu inkâr etmek değildir ama ABD'yi emperyal Japonya ve Nazi Almanya'sına, hakkıyla tehlikeli iki hasma karşı savaşa iten bir Pearl Harbor da değildir. O savaşta kabaca 50 milyon insan öldü – ölenlerin çoğu sivildi. El Kaide ile Almanya veya Japonya'yı kıyaslamak yahut terörle küresel savaşı dünya savaşıyla kıyaslamak saçmadır.

Bu bâriz tehdit abartısı, Amerika'nın el Kaide'yi etkisizleştirme çabasına zarar vermiştir. Washington, terörizm probleminin kapsamını ahmakça genişleterek, normalde ABD'ye saldırmakta çıkar görmeyen ve bazı hallerde el Kaide'yi engellemekte bize yardım etmeye istekli terörist gruplar ve ülkelerle kavgaya tutuştu. Hedefin genişletilmesi, Amerikalı politikacıların gözlerini ana düşmandan ayırmalarına da yol açtı. Terörist tehdidin bu kadar geniş târif edilmesi, yanısıra 11 Eylül'den daha ölümcül saldırılar düzenlenebileceğine dair yapılan sürekli uyarılar, ABD liderlerini kürenin dört bir yanında savaş açmaya ve bu mücadeleyi nesiller boyu sürecek savaş olarak düşünmeye sevk etti. Terörizm problemimizle başa çıkmanın tam olarak yanlış formülüdür bu. Halbuki dikkatimizi bütünüyle el Kaide'ye ve ABD'yi hedefleyen diğer gruplara vermeli ve tehdide dünya üzerinde büyük ölçekli savaşlara girişmemizi gerektiren askeri bir problem değil adli bir problem muamelesi yapmalıyız. El Kaide gibileri etkisizleştirmek için istihbarata, polis çalışmalarına, dikkatlice seçilmiş örtülü operasyonlara ve müttefiklerle yakın işbirliğine güvenmeliyiz.

Terörizmle etkili bir şekilde baş etmek için, evvel emirde el Kaide'ye ABD'yi hedefe koyduran saikleri anlamamız zorunludur. Arap ve İslam dünyasındaki bunca insanın bu tip terörist örgütleri destekleyecek yahut en azından onlara karşı sempati besleyecek şekilde Amerika'ya niçin kızgın olduklarını da anlamak ister insan. Basitçe sorulacak olursa, bizden niçin nefret ediyorlar?

Bu sorunun iki muhtemel cevabı var. Bir ihtimal, el Kaide ve destekçileri bizden, biz olduğumuz için nefret ediyorlar; başka bir ifadeyle, bu aşırılar genelde Batılı değerlerden özelde liberal demokrasiden nefret ettikleri için nüksetmiş bir medeniyetler çatışmasıdır bu. Alternatif olarak, bu gruplar Ortadoğu politikamıza duydukları kızgınlıktan dolayı bizden nefret edebilirler. Araplar ve Müslümanlar arasında ABD'ye duyulan öfke ve nefret büyük ölçüde Amerikan politikalarından kaynaklanıyor yoksa batıya karşı duydukları derûni bir antipati'den dolayı değil. (4) Amerikan karşıtlığı üreten politikalar arasında Washington'ın İsrail'in Filistinlilere yaptığı muameleye verdiği destek; 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra S. Arabistan'da Amerikan askerlerinin varlığı; Mısır gibi ülkelerdeki baskıcı rejimlere verilen ABD desteği; I. Körfez Savaşı'ndan sonra Irak'a uygulanan ve tahminen beş yüz bin sivilin ölümüne yol açan Amerikan müeyyideleri; ve Amerika'nın Irak'ı işgal ve istilası var.

Bu sözlerin hiçbirisi, el Kaide'nin çekirdek kadrosunun Amerikan değerlerinden veya kurumlarından hoşlandığı ya da saygı duyduğu anlamına gelmez çünkü muhakkak ki çoğu hoşlanmıyor veya saygı duymuyor. Ancak ABD'ye savaş açmaya varacak denli ondan hoşlanmadıklarının delili de yok. 11 Eylül Komisyonu'nun "11 Eylül saldırılarının başlıca mimârı olarak tanımladığı" Halid Şeyh Muhammed davası bize çok şey anlatmaktadır. Onu güdüleyen, Amerikan hayat tarzına karşı duyduğu nefret değil Filistin meselesiydi. Komisyonun yazdıklarında şöyle deniliyordu: "İzahına göre, Halid Şeyh Muhammed'in ABD'ye karşı öfkesi öğrenci olarak orada yaşadığı tecrübelerden değil İsrail'i kayıran Amerikan dış politikasına şiddetle karşı çıkmasından kaynaklıyordu." Komisyon, bin Ladin'i harekete geçiren saikin büyük ölçüde İsrail'in Filistinlilere karşı davranışına verilen Amerikan desteği olduğunu da teyid etti.

Şaşırtıcı değildir, Başkan Bush ve danışmanları, 11 Eylül'ün bu izahını reddettiler çünkü bu izahı kabul etmek, acıklı günde yaşanan olaylarda ABD'nin de bahse değer bir sorumluluğu olduğunu kabul etmek olacaktı. Her şeyin merkezinde bizim Ortadoğu politikamızın yattığını kabul ve itiraf etmiş olmalıydık. Bunun yerine, 11 Eylül'den hemen sonra başkan şöyle bir açıklama yaptı: "Özgürlüklerimizden, din özgürlüğümüzden, ifade özgürlüğümüzden, seçme ve toplanma özgürlüğümüzden ve birbirimizle aynı fikirde olmama özgürlüğümüzden nefret ediyorlar." Aksine işaret eden tüm delillere rağmen, bu sav Amerika'da iyi sattı - en azından birkaç yıl. Peki, el Kaide ile savaşı iki hayat tarzı arasındaki çatışma olarak tasvir etmenin siyasi sonuçları neydi?

ABD'nin terörizm problemini çözmek için kendi temel vasfını değiştirme şansı yoktu. Bunun yerine, Bush yönetimi dev ölçekli bir sosyal mühendislik yürütmeye karar verdi. Ulus inşasının Clinton yıllarındaki iç karartıcı sicilinden hiçbir ders çıkarılmadı. Evet! Liberal demokrasiyi ve batılı değerleri Araplara ve İranlılara götürecektik ve terörizm problemimiz de yok olup gidecekti. Başkan "demokratik değerlerin yayılmasında dünyanın çıkarı var çünkü istikrarlı ve özgür uluslar câni ideolojileri beslemezler" dedi.

Amerikan askeri gücüne ve demokrasinin yerküreyi süpürmekte olduğuna duyulan inanç, Bush yönetimini ve destekçilerini Arap ve İslam dünyasını Amerika'nın kafasının göre şekillendirmenin kolay bir iş olduğu hükmüne götürdü. Hatalıydılar elbette çünkü Bush yönetimi, Ortadoğu'yu dönüştürmekte Amerikan askeri gücünün sınırlarını anlayamamıştı.

Yeni-muhafazakârların mümtaz teorilerinin ötesinde, evcilleştirmeye gelmez Amerikan askeri gücüyle sosyal mühendisliğin icra edilebileceği şeklindeki yanlış varsayımın kökeni, Afganistan'a gider. 2001 Aralık ayında, Amerikan ordusu Taliban karşısında çabuk ve kesin bir zafer elde etmiş ve Kabil'de ülkeyi öngörülür geleceğe kadar etkin bir şekilde yönetebilecek bir dost rejim kurulmuş gibi duruyordu. Çok önemlidir, o savaş, Amerikan hava gücü, mahalli müttefikler ve küçük özel harekât birimlerinin bir bileşimiyle kazanılmıştı. Afganistan'a özgürlük götürmek ne de kolay göründü. Geniş çaplı bir işgale ihtiyaç yoktu. Bu yüzden de, savaş sona erdiğinde ABD bir işgalci gibi görünmedi. İşgalci gibi görünmesi de muhtemel değildi çünkü Hamid Karzai'nin ABD'den pek fazla yardım almadan Afganistan'da düzeni sağlaması bekleniyordu.

Afganistan'da insanı afallatan bir zafer elde edildiği algısı önemlidir çünkü liderler çabuk ve kesin bir zafer elde edeceklerini düşünmedikleri takdirde nâdiren savaşa giderler. Müzmin bir çatışma içerisinde savaşma ihtimali, politikacıların silahtan korkmalarını sağlar ki sırf mâliyetler hep yüksek olduğu için değil, aynı zamanda uzun savaşların nasıl sona ereceğini anlatması da zor olduğu için. Fakat 2002 yılı başlarında, ABD gelişmekte olan dünyada çabuk ve kesin zafer elde etmenin, bu sûretle de uzun süreli işgal ihtiyacını sona erdirmenin yolunu bulmuş gibiydi. Amerikan ordusu bir rejimi devirip yeni bir lider yerleştirdikten sonra ülkeden çıkarak diğer hedefe yönelebilirdi sanki. Yeni-muhafazakârlar aklanmış gibiydi. Bu yorum, dış politika câmiasındaki pek çok kişiyi Ortadoğu'yu dönüştürmenin ve küreye hâkim olmak için ABD ordusunu kullanmanın önünün açık olduğuna ikna etti.

Amerika 19 Mart 2003'te bu tekebbürle Irak'a saldırdı. Birkaç ay zarfında "Afgan modeli" kıymetini bir kez daha ispatlamış göründü. Saddam saklanıyordu ve Başkan Bush, üzerinde "Görev Tamamlandı" yazan bir bayrakla USS Abraham Lincoln uçak gemisine indi. Bir sonraki savaşın başlamasına çok uzun zaman yokmuş gibiydi o vakit; belki İran belki Suriye; ve bölgedeki diğer devletler öylesine korkmuş olmalıydılar ki onları sadece tehdit etmek bile rejim değişikliğine yol açmaya yeterli olabilirdi. Irak, birkaç yıl sonra da onun peşinden Afganistan, hızla ölümcül bir bataklığa dönerken tüm bunlar bir yanılsamaya dönüştü o ayrı tabii.

Doğrusu, başlangıçta Afganistan'da göz alıcı zafer gibi görünen şey aslında zafer değildi. ABD'nin uzun süreli bir işgalden kaçınma şansı pek yoktu zira aşılamaz iki problemle karşı karşıyaydık. Taliban'ı iktidardan devirmek nispeten kolay olduysa da Amerikan ordusunun ve müttefiklerinin düşmanı kesin olarak mağlup etmesi mümkün değildi. Taliban savaşçıları köşeye sıkışıp yok olmayla yüz yüze geldiklerinde yeniden gruplanıp öteki gün tekrar savaşmak üzere kırsal bölgelere veya sınırdan geçip Pakistan'daki sığınaklarına kaçtılar. Dış sığınakları olan isyanları geçmişte de ezip yok etmenin hassaten zor olması bu yüzdendi.

Dahası, Karzai yönetimi başarısızlığa mahkûmdu. Bunun nedeni sadece lideri oraya yerleştirenin Washington olması, Afganistan'da her daim zayıf bir merkezi yönetim bulunması değildir; aynı zaman da Karzai ve adamları liyâkatsiz ve yoz oldukları için de başarısızlığa mahkûmdu. Bu, ülkeyi yönetecek ve hayata geri döndüğünde Taliban'ı dengeleyecek bir merkezi yönetimin olmayacağı anlamına gelir. ABD'nin işin ağır kısmını yapmak zorunda kalacağı anlamına da gelir. Amerikan askerleri ülkeyi işgal etmek ve Taliban'la savaşmak zorundadırlar; bunu ise Kabil dışında neredeyse hiç meşruiyeti olmayan kırılgan bir hükümetin desteğinde yapmak zorundadırlar. Vietnam savaşına âşina olan herkes bilir ki mağlubiyetin reçetesidir bu.

Afgan modelinin, reklam edilenin aksine, çalışmayacağı hakkında daha fazla delile ihtiyaç varsa, bunu Irak sağlar. Yeni-muhafazakârların işgal öncesinde iddia ettiklerinin aksine, ABD bir başka diktatör dikmeye istekli olmadıkça Saddam'ı deviremez ve uzun işgalden kaçınamazdı. Bağdat'ta yerleşik birkaç siyasi kurum ve zayıf bir sivil toplum vardı ki Saddam'ın yok edilmesi, Amerikan varlığının yokluğunda kanlı sivil savaşa yol alacak güçlü merkezkaç kuvvetlerin zincirini çözerdi. Hassaten, siyaseten güçlü Sünniler, sayıca daha kalabalık ve ABD işgalinden en çok istifade edecek olan Şiiler lehine güç kaybetmeye tabi ki direneceklerdi. Çeşitli Şii gruplar arasında da farklılıklar vardı; ve Kürtler Bağdat'tan yönetilmeyi bile istemediler. Hepsinden önemlisi, el Kaide Mezopotamya'da sahneye çıktı (ABD, işgal öncesinde Irak'tan yana terörist bir tehditle karşılaşmamıştı elbet). Tüm bunlar, Irak'ın parçalanıp gitmesinin önünü almak için uzun süreli bir Amerikan işgalinin gerekli olduğu anlamına geliyordu.

Uzun ve karman çorman işgaller her zaman için kaçınılmazdı. ABD Irak'ı işgal etmeyip Kabil'de Taliban'ı uzakta tutabilecek ehil bir hükümet kurma işine yoğunlaşsaydı Afganistan'da başarılı olurdu diye savunan çıkabilir; bu doğru olsa bile (benim bu konuda şüphelerim var) işi tamamlamak için on yıla ya da daha fazla bir zamana ihtiyaç duyulacaktı. Amerikan ordusu bu zaman zarfında Afganistan'a takılıp kalmış ve böylelikle Irak'ı ve Ortadoğu'daki diğer ülkeleri işgal etmemiş olacaktı. Bush doktrini ise çabuk ve kesin zaferler kazanmaya bağlıydı yani Afganistan'da sürüncemede kalan bir başarı bile bu strateji için kötü son demekti.

Alternatif olarak, Afganistan ve Irak'taki ana problem, ABD ordusunun çatışmanın ilk safhalarında sorunlu bir isyan bastırma doktrini vardı da denilebilir. Bu hikâyeye göre, Amerika, ABD Ordusu ve Donanmasına ait İsyan Bastırma Elkitabı'nın 2006 sürümüyle (FM 3-24) doğru formülü bulmuştur. Aslında, Irak'taki askeri takviyenin (surge) sözde başarısı, umumiyetle yeni muharebe kurallarına hamledilmektedir. Hatta bazıları Irak'ta zafer kazanmamızı sağladığını da iddia ederler. Bu savın problemi şu ki Başkan Bush, 2007 Ocak ayında askeri takviyeye girişildiğinde, şiddeti azaltmanın başarıya giden gerek şart olduğunu, yeter şart olmadığını netleştirmişti. Rakip Iraklı grupların kendi aralarındaki farklılıkları gidermelerinin ve siyasi gücün paylaşacakları işe yarar bir sistem bulmalarının da esas olduğunu - zekice davranıp - vurgulamıştı. Fakat 7 Mart 2010 Meclis seçimlerinden sonra Iraklı politikacıların bir hükümet kurmakta karşılaştıkları güçlülüğün de ispat ettiği üzere Irak'ın parçalanmış toplumunu bir araya toplamak ve etkili bir siyasi sistem inşa etmek yolunda bugüne değin çok az ilerleme kaydedildi. Demek ki askeri takviye başarı değildi. Bu başarısızlık, gayret eksikliğinden ileri gelmiyor: Ulus inşası göz korkutucu bir iştir. Sorunun kapsamı Afganistan'da daha da büyüktür. Amerikan ordusunun şu an akıllıca bir isyan bastırma doktrinine sahip olduğu savunulsa bile gerçek şu ki başarısını henüz ispatlamamıştır.

Bir isyanı bastırmanın mümkün olmasıyla ilgili bir soru yok fakat çabucak ve kolayca olmaz ve de başarının tek formülü yoktur. FM 3-24'ün de uyarıda bulunduğu üzere "siyasi ve askeri liderler ve planlamacılar bunun ölçek ve karmaşıklığını asla azımsamamalılar." İngiltere'nin küçük Çinli azınlık arasından çıkan, zayıf ve halk desteği az olan Komünist gerillalarla karşı karşıya kaldığı Malezya Sıkıyönetimine benzer en iyi senaryo halinde bile durumu kontrol altına almak on yıldan fazla bir zaman almıştı. Bu teşebbüsü güçleştiren, zaferin isyancıları sıcak çatışmada mağlup etmekten fazlasını gerektiriyor oluşudur. Ulus inşasını da gerektirir çünkü daha başta isyana yol açan siyasi ve sosyal problemleri halletmek için ulus inşası esastır. Aksi takdirde, isyan tekrar hayat bulacaktır.

ABD'nin doğru insanlarla ve doğru doktrinle isyan bastırmakta başarılı olacağı iddiası kazanılacak bir olsa bile, kesin sonucu elde etmek yılları alacaktır. FM 3-24'te kaydedildiği üzere "isyanlar doğaları gereği uzun sürer." Bunun anlamı şudur: Amerikan ordusu bu çeşit bir savaşa giriştiğinde, uzun bir işgale takılıp kalacaktır. Bu olduğunda da Bush doktrini çalışamıyor işte.

Fakat Bush yönetimi ve onun yeni-muhafazakâr destekçileri, Ortadoğu'da özgür ve istikrarlı toplumlar kurmanın ne kadar kolay olduğu hakkında yanlış hesap yaptılar. Demokrasinin dizginleri ele alması için rejimlerin kellesini uçurmak yeterlidir diye düşündüler.

Her hangi bir politikacının veya uluslararası ilişkiler öğrencisinin Saddam Hüseyin gibi zorbalar bir kez devrildiğinde demokrasinin hızla ve kolayca çiçek açacağına inanabileceklerine inanması çok zordur. Her şeyden evvel, tarih göstermektedir ki bir ülkeye demokrasiyi dayatmak genelde başarısız olan zorlu bir görevdir.(5) Liberal devletlerin 1946'dan 1996'ya kadar yaptıkları müdahalelerin demokratikleştirici neticeleri hakkında araştırma yürüten Jeffrey Pickering ve Mark Peceny'ın vardıkları sonuca göre "liberal müdahale...1945'ten bu yana demokratikleştirme rolünü çok nâdir oynamıştır." (6)

ABD'nin diğer ülkelere demokrasi dayatma denemeleriyle ve başarısızlıklarıyla dolu zengin bir tarihi vardır. New York Üniversitesi Profesörü Bruce Bueno de Mesquita ve George Downs, Los Angeles Times'ta şöyle kaydetmişlerdi: "II. Dünya Savaşı'ndan günümüze, ABD dünya genelinde gelişmekte olan ülkelerde 35'den fazla müdahalede bulundu...sadece tek bir vakada – 1989'da uyuşturucuyla savaş kararının ardından Kolombiya'da....on yıl içerisinde adamakıllı ve istikrarlı bir demokrasi ortaya çıktı. Yüzde 3'ten daha az bir başarı oranına tekabül eder bu."

Pickering ve Peceny de Amerikan müdahalesinin pekişmiş bir demokrasinin ortaya çıkmasıyla sonuçlandığı tek bir vaka bulmuşlardır: Manuel Noriega'nın kaldırılmasıyla Panama'da. Bundan başka, William Easterly ve New York Üniversitesi'ndeki meslektaşları, Soğuk Savaş sırasındaki ABD ve Sovyet müdahalelerinin demokratik yönetim şeklini nasıl etkilediği üzerinde çalıştılar. "Süpergüç müdahalelerinin ardından demokrasinin önemli ölçüde zayıfladığını ve demokrasinin esası üzerindeki tesirlerinin büyük olduğunu" tesit ettiler.

Bunların hiçbirisi, ABD'nin yurtdışında demokrasi dayatmasının imkânsız olduğunu söylemek değildir. Fakat başarılar kural olmaktan ziyâde istisnâdır ve genelde demokratikleştirme vakasında olduğu üzere, dışarının yönlendirmesiyle böylesi bir yönetim yapısını ekme teşebbüsleri genelde belirli vasıflara sahip ülkelerde olur. Hedef ülke, yüksek düzeyde etnik ve dini homojenliğe sahipse, güçlü bir merkezi hükümeti varsa, ele avuca gelir bir refah düzeyi varsa ve bir miktar demokrasi deneyimi varsa çok yardımcı olur. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve Japonya örneği – ki ABD'nin Ortadoğu'ya demokrasi ihraç edebileceğinin delili olarak anlaşılır – bu kıstasa uymaktadır. Fakat bu örnekler sıradışıdır, ki ABD işte bu yüzden özgürlük yayma arayışında sık sık başarısız olmaktadır.

1989'ların Doğu Avrupa'sı bile adamakıllı emsal teşkil etmez. Komünizm çöktüğünde, bölgeyi yöneten otokratlar iktidardan düştüklerinde demokrasi hızla yayıldı. Ancak bu vakaların, ABD'nin İslam dünyasında yapmaya çalıştıklarıyla ortak bir yanı yoktur. Demokrasi, Doğu Avrupa ülkelerine dayatılmadı; her bir vakada kendi bahçesinde yetişmiştir ve bu ülkelerin pek çoğu demokratikleşme için gerekli önşartların birçoğuna sahiptiler. ABD'nin bu oluş halinde olan demokrasileri beslemeye çalıştığına kuşku yok fakat Washington'ın yabancı ülkelere başarıyla halk hâkimiyeti ihraç ettiği - ki Bush Doktrini böyle bir şeydi - vakalar bunlar değildir.

Bush yönetiminin ve yeni-muhafazakârların, ABD'nin nispeten kolay bir şekilde demokrasi dayatabileceklerini düşünmüş olmakla ne kadar ihtiyatsız olduklarının iyi bir göstergesi de Francis Fukuyama'nın bunun yapılabileceğine inanmamış ve bu yüzden de Irak Savaşını desteklememiş olmasıdır. Doğrusu, Fukuyama 2006 civarlarında alenen yeni-muhafazakârlıktan vazgeçti ve liberal emperyalizmin zihniyetini benimsedi.(7) Fukuyama, demokrasinin kürede önü alınamaz şekilde yayılmakta olduğu inancını terk etmedi. Onun reddettiği, eski yoldaşlarının bu sürecin Irak gibi ülkeleri işgal ederek hızlandırılabileceği inancıydı. Amerika, çıkarlarını "askeri güç kullanarak değil uluslararası kurumları şekillendirme kabiliyetiyle" izlemeliydi. En iyi yol buydu.

Dahası, kaydetmeye değer, ABD Ortadoğu'da demokasiyi mûcizevi şekilde yayabilseydi bile, yeni rejimlerin her daim Washington'ın rızasına uygun şekilde hareket edip etmeyecekleri belli değildir. Bu yeni demokratik ülkelerin liderleri, her şeyden evvel, Amerikalıların tâlimatlarından ziyâde kendi halklarının görüşünü dikkate almak durumundadırlar. Başka bir ifadeyle, demokrasiler kendi kafalarını kullanmaya meyyaldirler. ABD, demokratik seçimle iktidara gelmiş hoşlanmadığı hükümetleri devirdiğinde (İran'da 1953'te, Guatemala'da 1954'te ve Şili'de 1973'te) onların yerine demokratları değil de diktatörleri işte bu yüzden yerleştirmiştir ve Washington, seçimlerin sonuçlarından korktuğunda, Mısır ve S. Arabistan gibi ülkelerde demokrasinin kösteklenmesine bu yüzden yardım etmektedir.

Sanki tüm bunlar yetmezmiş gibi, küresel hâkimiyet, özellikle de Bush yönetiminin büyük sopa diplomasisine düşkünlüğü, nükleer silahların yayılmasını olumsuz yönde etkilemiştir. ABD, İran'ın nükleer silah edinmemesine, Kuzey Kore'nin atom bombalarından vazgeçmesine adandı fakat uyguladığımız stratejinin tam aksi sonuçlara yol açması muhtemeldir.

Bir ülkenin nükleer silah edinmesinin ana sebebi, nükleer silahların nihâi caydırıcı olmasıdır. Bir devletin, nükleer silahlı bir devletin topraklarına saldırması, nükleer misillemeye yol açacağı korkusu yüzünden aşırı derecede ihtimal dışıdır. Dolayısıyla da, tehlikeli bir rakip cihetinden tehdit hisseden her hangi bir ülkenin kalıcı nükleer caydırıcılık istemesi için iyi bir nedeni vardır. ABD ve Sovyetler Birliği'nin Soğuk savaş süresince dev cephanelik oluşturmalarının nedenini bu temel mantık izah etmektedir. İsrail'in niçin atom silahları elde ettiğini ve onlardan niçin vazgeçmek istemediğini de izah eder.

Tüm bunlardan anlaşılacağı üzere, ABD, İran ve Kuzey Kore'yi "şer eksenine" yerleştirdiğinde ve onları askeri güç kullanmakla tehdit ettiğinde bu ülkeleri nükleer caydırıcılık elde etmeleri için güçlü bir şekilde güdülemektedir. Örneğin Saddam'ın atom silahları olsaydı Bush yönetimi 2003 Mart'ında Irak'ı işgal etmemiş olacaktı çünkü Irak lideri muhtemelen bu silahları kullanacaktı zira öyle ya da böyle öleceği neredeyse kesindi. İran'ın bugün nükleer silah peşinde olup olmadığı belli değil ama ABD ve İsrail'in sık sık saldırabileceklerinin ipuçlarını göstermelerine bakılırsa, rejimin kendisini korumak amacıyla caydırıcılık istemek için iyi bir nedeni vardır. Washington'la bir çeşit yakınlaşmanın yokluğu halinde Pyongyang'ın nükleer yeteneklerinden vazgeçmesi benzer şekilde aptalca olacaktır.

Demokrasinin yayılmasının nükleer silahların yayılmasını engelleyeceğini düşünmek için iyi bir neden yok. Her şeyden evvel, nükleer silahlara sahip dokuz ülkeden beşi demokrasidir (İngiltere, Fransa, Hindistan, İsrail ve ABD) ve diğer ikisi, bahse değer otoriteryan nitelikleri muhafaza eden sınır demokrasilerdir (Pakistan ve Rusya).

Kısacası, Bush yönetiminin hasımları saldırmakla tehdide meraklı olması (zorunlu demokratikleşme gündemi de cabasıdır) nükleer silahların yayılmasını teşvik etmiştir. ABD'nin nükleer silahların yayılmasını durdurma veya hiç değilse yavaşlatma ihtimalini azamiye çıkarmanın en iyi yolu, diğer ülkeleri tehdit etmekten vazgeçmektir çünkü tehdit edilmek, onlara nükleer caydırıcılık elde etmeleri için zorunlu bir neden veriyor. Fakat Amerikalı liderler küresel hâkimiyete bağlı kaldıkları müddetçe, bu tavsiyeye direnmeleri ve Washington'ın emirlerini dinlemeyecek ülkeleri tehdide devam etmeleri muhtemeldir.

ABD yeni bir büyük stratejiye ihtiyaç duyuyor. Küresel hâkimiyet sonu gelmez sıkıntıların reçetesidir – özellikle de yeni-muhafazakâr çeşidi. Obama yönetimi, her ne kadar büyük sopa diplomasisine daha az vurgu yapıp müttefiklerle ve uluslararası kurumlarla çalışmaya daha çok vurgu yapıyorsa da, tepeden tırnağa dünyayı yönetmeye adanmış liberal emperyalistlerle dolu maalesef. Aslında Bill Clinton'ın büyük stratejisini geri getirmek istiyorlar.

Obama ekibinin düşüncesi, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'ın geçen Eylül'de Amerikan Dış İlişkiler Konseyi'nde yaptığı konuşmada sereserpe duruyordu. Madeleine Albright'ı çağrıştıran Clinton şunu söyledi: "Dünya geçmişte olduğu gibi bize güveniyor. Eski hasımlar dürüst aracıya ihtiyaç duyduklarında veya temel haklar bir müdaafiye ihtiyaç duyduğunda insanlar bize dönüyor. Yeryüzü sarsıldığında veya nehirler taştığında, bulaşıcı hastalıklar kırıp geçirdiğinde yahut içten içe kaynayan gerilimler şiddete dönüştüğünde dünya bize bakıyor."

Pek çok Amerikalının bugünlerde darboğazlardan geçtiğini ve dünyayı yönetmeye şevkli olmadıklarını kabul eden Clinton onlara şunu hatırlattı: "Amerikalılar yüz yüze geldiğimiz meydan okumalara her daim icabet ettiler...bizim genlerimizde var. Mümkün olanın veya elde edilebileceklerin sınırsız olduğuna inanırız biz...küresel liderlik ABD için hem bir mes'uliyet hem de eşsiz bir fırsattır."

Başkan Obama bu yolda ilerleyerek ciddi bir hata yapıyor. Tarihinin büyük bir diliminde bu ülkeye hizmet eden, gerek terörizm ve nükleer silahların yayılması olsun gerekse geleneksel büyük güç rekabeti olsun Amerika'nın karşısındaki tehditlerle başa çıkmanın en iyi formülünü sunan denizaşırı dengeleme stratejisine dönmelidir.

Genel ifadelerle söylenecek olursa, ABD Kuzeydoğu Asya'ya, Avrupa'ya veya Basra Körfezine hiçbir devletin hâkim olmayacağını garantilemeye ve dünyanın tek hegemonu olarak kalmaya odaklanmalıdır. Amerika'nın üstünlüğünü sağlama almanın en iyi yolu budur. Bu bölgelere müdahale edecek sağlam bir ordu inşa edeceğiz fakat ya açıklarda mevzilenmeliler yahut da ABD'de. Bu bölgelerden birinde sahneye potansiyel bir hegemonun çıkması durumunda, Washington onu karşılamak için yerel kuvvetlere güvenmeli ve denizden karaya ancak işi kendileri yapamayacak gibi göründüklerinde çıkmalıdır. Potansiyel hegemon kontrol altında alındığında, Amerikan askerleri ufka geri dönmelidirler.

Denizaşırı dengeleme, ABD'nin dünyanın geri kalanını göz ardı etmesi anlamına gelmez. Fakat Kuzeydoğu Asya, Avrupa ve Körfez dışında daha az dikkat çekmelidir ve stratejik önemi az olan bölgelerdeki çıkarlarını korumak için askeri kuvvete değil diplomasiye ve iktisâdi devlet adamlığına güvenmelidir.



Washington dünyada demokrasiyi yayma işinden de çıkmalı ve diğer ülkelerin iç işlerine karışma hak ve sorumluluğumuz varmış gibi hareket etmekten vazgeçmelidir. Hayati önem-i haiz self-determinasyon ilkesini ihlal eden bu davranış, ABD'ye karşı hınç yaratmakla kalmayıp sonu gelmeyen sıkıntılara yol açan ulus inşasına da bulaştırmaktadır bizi.

Denizaşırı dengeleme, terörizm problemini halletmek için de hassaten en iyi büyük stratejidir. Amerikan askerlerini Arap ve İslam dünyasına yerleştirmek, Şikago Üniversitesi Profesörü Robert Pape'in araştırmasının da gösterdiği gibi, ABD'ye karşı terör saldırılarının birinci nedenidir. Başkan Ronald Reagan 1982'de Beyrut'a donanma askerlerini gönderdiğinde ne olduğunu hatırlıyor musunuz? Ertesi yıl, bir intihar bombacısı kışlayı havaya uçurmuş, 241 askeri öldürmüştü. Reagan geri kalan askerleri hızla Lübnan'dan çekecek sağduyuya sahipti. Kaydetmeye değer, bu olayın failleri biz çekilirken peşimize düşmediler.

Reagan'ın kararı ne şaşırtıcıydı ne de tartışmalıydı çünkü ABD o dönemde Ortadoğu'da denizaşırı dengeleme stratejisi güdüyordu. Washington, İran'ı kuşatmak için 1980'lerde Irak'a güvenmiş ve ihtiyaç duyulması ihtimaline karşı, acil intikal kuvvetini– yerel güç dengesi çöktüğünde Körfez'e müdahale etmek için kurulmuştu - hazır tutuyordu. Akıllıca bir politikaydı.

Irak, 1990 Ağustos ayında Kuveyt'i işgal ettiğinde, ABD bir kez daha denizaşırı dengeleyici olarak hareket etti, Kuveyt'i kurtarmak üzere çok sayıda askeri S. Arabistan'a gönderdi. Savaş kazanıldıktan ve zafer pekiştirildikten sonra askerler bölgeden çekilmeliydi. Fakat bu olmadı. Bill Clinton çifte kuşatma politikasını benimsedi yani İran ve Irak'ın birbirini dengelemesini sağlamak yerine bu ikisini ABD dengeledi. Unutmadan, bunun sonucunda S. Arabistan'da ortaya çıkan Amerikan askeri mevcudiyeti, Usame bin Ladin'in ABD'ye savaş açmasının ana sebeplerinden biridir. Bush yönetimi ise zaten kötü olan bir durumu daha da kötüleştirdi.

ABD ordusunu Arap ve İslam ülkelerine göndermek şu bizim terör problemini çözen şey değil ona yol açan şeydir. Bu durumu halletmenin en iyi şekli, Ronald Reagan'ın örneğini takip etmek ve Amerikan askerlerini Irak ve Afganistan'dan çekmek, sonra da denizaşırı dengelemenin bir parçası olarak onu ufukta mevzilendirmektir. ABD denizaşırı dengelemeye döndüğünde, terörist meydan okuma büsbütün ortadan kalkmayacaktır elbet ama ileriye yönelik önemli bir adım olacaktır.

Bir sonraki adım, Washington'ın işgal altındaki topraklarda İsrail'in izlediği politikalara inatla destek vermesi gibi teröre yol açan diğer sebepleri ele almaktır. Sahiden, Bill Clinton İsrail-Filistin çatışmasının yüz yüze geldiğimiz terörizm probleminin yarısından sorumlu olduğunu söylemiş, fikir beyan etmişti. Obama yönetiminin İsrail ve Filistinliler arasında iki devletli çözüm istediğini söylemesi de bu yüzden. Fakat problemin çözümünde ilerleme olmayışına ve Amerikan askerlerini Afganistan ve Irak'tan çekmenin birkaç yıl alacağı gerçeğine bakınca, öngörülür geleceğe kadar el Kaide'yle uğraşıyor olacağız.

Denizaşırı dengeleme, nükleer silahların yayılmasıyla mücadelede küresel hâkimiyetten daha iyi bir politikadır. Bu strateji, kuvvet kullanmayı sadece üç bölge için öngörür ve o halde bile son çaredir. Amerika bu stratejide halen büyük bir sopa taşıyabilecektir ama şimdi yaptığından çok daha ihtiyatlı bir şekilde kullanacaktır onu. Sonuç itibariyle, ABD diğer ülkelere karşı daha az tehditkâr olacak, bu ise kendilerini Amerikan saldırısından korumak için atom silahları edinme ihtiyaçlarını azaltacaktır.

Ayrıca, denizaşırı dengeleme, Kuzeydoğu Asya, Avrupa ve Körfez'de arzulu bölgesel hegemonları kuşatmakta Washington'ın yerel güçlere yardım etmesini öngördüğünden dolayı ABD'nin bu bölgelerde müttefiklerine nükleer şemsiyesini uzatmaması için hiçbir neden yoktur; böylelikle onların da caydırıcılığa sahip olma ihtiyacı azalacaktır. Strateji kesinlikle mükemmel değildir: Bazı müttefikler ABD'nin gelecekteki bir krizde yanlarında olmayacağı korkusuyla kendi nükleer silahlarına sahip olmak isteyeceklerdir; Amerika'nın bazı hasımlarının nükleer cephanelik elde etmek için halen güçlü istekleri olacaktır. Fakat her şey hesaba katıldığında, denizaşırı dengeleme, nükleer silahların yayılmasını kontrol altında tutmakta küresel hâkimiyetten daha iyidir halen. İşin tuhaf tarafı şu ki 11 Eylül'le birlikte yoldan çıkmadan evvel, Bush yönetimi gelecek on yıllarda ABD'nin karşı karşıya gelebileceği en ciddi meydan okumanın yükselen Çin olduğunu fark etmişti. Eğer Çin, geçen on yılda olduğu gibi gelecek otuz yıl zarfında da ekonomik büyümeyi sürdürürse, ekonomik üstünlüğünü askeri üstünlüğe tahvil etmesi ve ABD'nin batı yarımküresine hâkim olması gibi Asya'ya hâkim olmaya çalışması muhtemeldir. Fakat hiçbir Amerikan lideri bu sonucu kabul etmeyecektir yani Washington Pekin'i kuşatmaya ve bölgesel hegemonya tesis etmesini önlemeye bakacaktır. ABD'nin Hindistan, Japonya, Rusya, Singapur, Güney Kore, Vietnam ve diğerleriyle Çin'e karşı dengeleyici bir koalisyon oluşturmasını bekleyebiliriz.

Amerika, küresel hâkimiyet peşinde olsa bile elbette ki Çin'in yükselişini dengeleyecektir. Denizaşırı dengeleme ise bu iş için biçilmiş kaftandır. Konuya yeni olanlar için söyleyelim, küreye hâkim olma teşebbüsü ABD'yi dünyanın her yerinde savaşmaya teşvik eder; bu ise ordusunu çevresel çatışmalarda yıpratmakla kalmayıp kuvvetlerini Çin'e odaklamasını da güçleştirir. Bu yüzden de Çin, Amerikan ordusunun Afganistan ve Irak'ta daha yıllarca kalmasını ümit ediyor olmalıdır. Denizaşırı dengeleme ise çevredeki savaşların dışında kalmayı ve hakkıyla ciddi olan tehditlere yoğunlaşmayı talep eder...

Özgün başlık: Imperial by Design

Kaynak: The National Interest, Ocak-Şubat 2011

Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın