Kabul edelim, oniki yıllık kaçış sürecinden sonra savaş suçlarından dolayı tutuklanan Radovan Karadziç farklıdır. Diğer tüm suçlulardan  - Balkan politikacıları, tombul ve traşsız generaller, gizli polis yapılan tilki bakışlı haydutlar ve taksi sürücüleri - daha farklı bir görünümü vardır. Uzun boylu, güçlü çenesi ve büyük gözleriyle iyi görünümlü bir adamdır. Vahşi ve güçlü yeleleriyle politikacıdan daha çok bir rock yıldızını andırmaktadır. Elinde mikrofonla sahneye doğru ilerlediği kolayca hayal edilebilir. Doğrusu, görünüşü öyledir yoksa bir rock yıldızının kâbiliyetine sahip değildir. Doğuştan yetenekli ve karizma sahibidir de. Gözetim altına alınan sakallı yaşlı adamın gülünç fotoğraflarına bakınca, tüm bunlara inanması şimdi çok güç.  

Hayatı filmlere konu olacak malzemeyle dolu -  küçük Montenegrin köyünde doğan, Sarajevo şehrine giderek üniversiteye giren, önce şâir olarak ün salan sonra da Sırp Cumhuriyetinin Başkanı olan – ve nihayet dünyada en çok aranan savaş suçlusu bir adam. Haydutluk (hajdut) ve şâirliğin (guslar) geleneksel karakterlerini zâtında toplayan Karadziç, telli çalgı eşliğinde destansı mısralar okumasıyla bilinirdi. Ne var ki tüm entelektüel kazanımları kâfi değildi: Onun istediği güçtü. Kasım kasım gerilmesi, savaş suçlusu olmasına vardı. Böbürlenme, bizâtihi suç değildir tâ ki yaklaşık 8.000 müslümanın 1995 yılında katledilmesi emrini vermeye sevketmediği müddetçe. İnsanlığa karşı işlediği suçlardan sadece biridir bu.  

Radovan Karadziç hakkında her ne zaman düşünceye dalsam, bir belgeselden kalma o aynı resim zihnimde canlanır. Sarajevo kuşatması sırasında, Sırp Cumhuriyeti ordusunun şehri top ateşine tuttuğu tepelerden birine geliyor. Beraberinde Rus şâir Eduard Limonov var. Kuşatma altındaki Sarajevo aşağıdaki vadide uzanıyor ve her binayı, her caddeyi ve her ağacı rahatça görebiliyorlar: Vurmak için ideal bir mevzi. Siyah palto giyen ve ayazdan korunmak için atkısını boynuna dolayan Karadziç, misafiri ve şâir meslektaşı Eduard Limonov'a ölüm kalım kararı verebileceği özel bir teklifte bulunuyor kibarca. Namlusu şehre dönük makinalı tüfekle atış yapmasını istiyor. Aynı bu şekilde; sadece zevkine. Aynı filmlerdeki gibi, bir kralın misafirine vahşi hayvanlara atış yapmasını teklif etmesi gibi. Tek fark, kuşatma altındaki şehirde hayvanların değil insanların bulunmasıydı. 

Limonov daveti kabul etti, bir makineli tüfeğin ardına çöktü ve ateş etmeye başladı. Herkes eğleniyordu: Bu adam onlardan biri! Bir şâir olduğu gerçeğine  rağmen kız gibi muhallebi çocuğu değil, ne güzel. Kendi şâirleri gibi Limonov da gerçek bir adam olduğunu kanıtladı – şâir olmak yahut psikyatrist veya entelektüel olmak Balkanlarda önemsenmiyormuşçasına. Ardından her ikisi de askerlerle birlikte erik rakısı ( sljivovica) yudumladıkları, domuz kızartması yedikleri akşam yemeğine oturdular; anlaşılan, Limonov'un birilerini vurup vurmadığı hakkında hiç merak duymuyorlardı.  

Karadziç gibi bir entelektüel, şâir ve psikyatrist nasıl böyle biri olabilir? Bunun yanlış soru olduğunu anlamam hayli zaman aldı. Yanlış çünkü bu tür insanların – yani eğitimli, sofistike tiplerin, sanatçıların, Tanrı aşkına – daha iyisini bilmesi gerektiği ön kabulüne dayanır. Sıradan insanlardan daha yüksek mânevi standartlara sahip değiller mi? Cevap, hayır.

2005 yılında yayınlanan They Would Not Hurt a Fly adlı, Hague'daki savaş suçluları hakkında yazdığım kitap üzerinde çalışırken gördüm bunu. Savaş suçluları, tüm sosyal katmanlardan, farklı geçmişe sahip insanlardan çıkıyorlardı. Akademisyenler, yazar veya makinistler; garsonlar, banka memurları, köylüler. Radovan Karadziç, Ratko Mladiç veya Slobodan Miloseviç gibi savaş suçlularını "canavar" olarak nitelendirmeye kalkışılabilir zira bizlerin de mezâlim işleyecek ya da emrini verebilecek kapasitede olabileceğimiz şeklinde berbat bir düşünceden kaçış yoludur. Fakat ortada "canavar" filan yok. Sıradan insanlar, şâirler-başkanlar-postacılar-hem iyi hem de kötü fiil işleyecek kapasitedeler. Bir seçeneğimiz var. Radovan Karadziç gücü seçmişti ve savaş zamanında güce sahip olmak, işte şimdi ödenmesi gereken yüksek bir ücrete tâbidir.

Karadziç'in tutuklanışıyla ilgili BBC video kliplerine bakınca Franjo Tudjman, Aliya İzzetbegoviç, Slobodan Miloseviç ve Zeljko Raznatoviç'in (nâm-ı diğerArkan) yüzlerini tekrar gördüm. Artık hiçbiri hayat'ta değil halbuki herşey, hani kaderimizi tayin ettikleri daha dün gibi. Sırbistandaki genç nesil, mesela 1990'da doğanlar, bu savaş lordlarının kim olduklarını bile bilemeyebilirler. Karadziç'in tutuklanmasıyla birlikte kendi tarihlerinin bir kısmını öğrenme şansına sahipler şimdi.

Dayton Antlaşmasından 13 yıl sonra elde kalan en problemli gerçeklerden birisi, Sırbistan'ın – Hırvatistan, Bosna ve Kosova ile birlikte – Balkanlardaki savaşta oynadığı rolü kabul etmede çok az kâbiliyeti olmasıdır. Bizzat kendilerinin mağdur olduğundan bahsetmektedirler.Sırplar, inkar içinde yaşayıp gitmeyi sürdürüyorlar. Hakikat, Miloseviç'in ulusçu ve savaşçı politikalarının kurbanıdırlar; 1999'da ABD bombardımanının kurbanıdırlar. Bununla birlikte Miloseviçi üç kez seçmelerini, Sırp tanklarına alkış tutmalarını, Vojislav Seselj'in faşist partisini desteklemelerini, Avrupa ve dünya'ya sırtlarını dönmelerini affettirmez.

Karadziç'in Sırbistan'da nihayet yakalanması yeni bir sayfa – ne var ki tümden de boş olmayan bir sayfa- açmaları için bir şanstır. Dışarıda sevinçle karşılanacak ve Sırbistan'ın yeni hükümeti, gösterdiği yüreklilikten dolayı selamlanacaktır. Ancak, bunu kendileri için bir şans olarak görüp görmemeleri, Sırbistan vatandaşlarına (nota bene / dikkat edin, Karadziç'in geçmişte başkanı ve halen vatandaşı olduğu Sırbistan Cumhuriyeti vatandaşına) bağlı. Sırplar, kendi yaşamları, son yirmi yılın zehirleyici politikalarına yaptıkları katkılar üzerinde düşünmeliler.

Bu gecikmiş tutuklamanın belki de en mühim etkisi bir başka şeydir: Karadziç'in duruşmaları, savaş hakkındaki hakikatlere katkı sunacaktır. Eski Yugoslavya Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi hakkında dillendirilen politik tartışmalara aldırmadan, her bir duruşmada, hakikatin bir parçası ifşâ olacak. Belgrad, Zagreb, Sarajevo ve Priştinadaki insanların en çok da hakikate ihtiyaçları var. Hakikat olmaksızın adalet olmaz; yapılan bu savaşlara gelince.., adalet olmaksızın hakikat olmayacak.

Çeviren: Ertuğrul Aydın