Kendimi bildim bileli Türkiye'nin Doğu ile Batı, Asya ile Avrupa, hatta İslam ile Yahudi-Hristiyan medeniyeti arasında köprü konumunda bir ülke olduğunu duyarım. İstanbul da aynı sebeplerle konumu ve tarihi derinliği gibi nedenlerle bir köprü sayılır, neredeyse Türkiye'nin rolünün bir özeti halinde.

    Bense oldum olası İstanbul'un (ve tabii Türkiye'nin de) köprü  olmaktan öteye geçen bir rolü olduğunu düşünürüm.

    Yine, yıllardır İstanbul caddelerinde göz alan bir slogan dolaşıyor: İstanbul Bir Dünya Kenti Olacak. Böyle bir sloganın görkemli olduğu denli içi boş olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. İstanbul zaten bir dünya kentidir şimdiki halde, tarihiyle, coğrafyasıyla eşsiz bir şehir; bu durumda dünya kenti olmak için hangi açıdan kendini kanıtlaması gerektiği gibi bir soru çıkıyor karşımıza. 

    Gökdelenlerin minareleri bastırdığı bir siluetin İstanbul'u bir dünya şehri (veya kenti) yapacağı varsayılıyor üstelik. Boğaz'ın tarihi girişi ve İstanbul'un da Asya yakası Manhattan tarzı kulelerle donatılmak isteniyor. Bu, 80'li yıllarda ANAP hükümetinin de rüyasıydı: İstanbul Ortadoğu'nun Beyrut'u olacak. Bir kültür şehri değil de eğlence şehri olmak; İstanbul'a biçilen rol böyle bir şey ki anlık geçişlerin ifadesi olan köprü olma konumuyla da bağdaşıyor. Mimari bakımından dünya kenti nasıl olunur, bu soruya aklı başında cevaplar veren bir Turgut Cansever vardı ki eserleriyle, fikirleriyle hâlâ aramızda.. Mesela Formula 1 gibi bir yarışma mıdır bir şehri dünyada öne çıkartan... Bienaller konusuna ise şimdilik girmeyelim; bu konu ayrı bir yazı gerektiriyor.

      İstanbul'un dünya kenti olması, gözden düşmüş Hollywood şöhretlerine Türkiye'nin ne kadar önemli, İstanbul'un ne kadar güzel olduğunu söyletmekten geçiyormuş gibi bir tutum var bir de...

    80'li yıllarda da Özal'ın prensleriyle birlikte oluşan bir "neoliberal"  rüzgarla, İstanbul'un Ortadoğu'nun Beyrut'u olacağı söylenmeye başlanmıştı.

     Rahmetli Cansever defalarca uyardı yetkilileri ve mimar meslektaşlarını  gökdelenler konusunda.  O aynı zamanda İstanbul'u genişletme ya da dünya kenti olarak yeniden biçimlendirme girişimlerindeki problemleri çoklarından önce teşhis etti ve gerekli uyarılarda bulundu.

    İstanbul bir köprü olarak görülüyor hamasi söylevlerde; bir geçiş, uğrak alanı. O nedenle de anlık görünümler ve kısa duraklamalara hazırlanmış bir şehir tasarlanıyor. İnsan bir köprüden geçerken neler belirir ufkunda? Gökyüzünün yerini gökdelenler alacak.

    Cansever'le 1998'de Habitat toplantılarında bir mimarlık atölye çalışması için biraraya gelmiştik. Ben o yıllarda Bakü'de yaşıyordum ve Sosyalizm döneminin Bakü mimarisi üzerindeki  etkisini incelemiştim konuşmamda. Cansever ise "İnsan, Konut ve Şehir" başlıklı bir konuşma yapmıştı.

      İstanbul'u gelip geçenler için bir köprü olarak görmekten önce, mukimleri ve bu şehrin yapmacık olmayan zenginliklerinden yararlanmak isteyen herkes için bir meydan olarak görüyordu, Cansever.

     Köprü  rolü, şehri Doğu ile Batı arasında parçalıyor. Kendi derinlerine yoğunlaşmasını zorlaştırdığı gibi etrafına uzanmasını da engelleyen bir aracılığa indirgiyor şehri.  

    İstanbul sadece Anadolu ile sınırlanamıyor, etrafına taşıyor, Tahran'da bir erguvan ağacı kokusuyla, Şam'da bir sofrayla, Bakü'de bir Hüseyin Cavid mısrasıyla, Kerkük'te bir hoyratın içine sinen sitemle, Batum'da veya Bosna'da viraneye dönüşen bir caminin ayrıntılarında, Tiran'da eski bir mezarlık taşında size sesleniyor. Şarkı ve şiir mısralarıyla okyanusların ötesine taşarken, uzak beldelerdeki sürgünleri yerlileştiriyor. Bütün bunları da üstelik hiç sistemli olmayan, büyük mali planlarla desteklenmeyen tabii bir akışla gerçekleştiriyor. Buluşmalara merkez, ayrılıklara   sahne, beklemelere meydan oluyor. Geçilmiyor kolay kolay, orada kalınıyor, oralı olmanın hayaline düşülüyor. Rumeli ayrıca, Avrupa'yı İstanbul'a doğru taşıyor ve İstanbul'dan da Avrupa'ya doğru kanallar açıyor. Üsluplar, yeni arayışlar, taze akımlar, tazeleyen dalgalar, önce İstanbul'u görüyor, onunla hasbihal ediyor, sonra yayılıyor etrafına.

    İstanbul bir meydan, bir çoklu karşılaşmalar alanı; bunu görmemek, içinde yaşanılsa da,  bu şehri tanımamak demek.

    Rahmetli Cansever Belediye Planlama Müdürlüğü'nde çalıştığı  yıllarda bir Beyazıt Meydanı projesi yapar. Müdürlük sorumluları  her nedense projeye ait maketlerden en ilkelini muhafaza ederken, mimarı tarafından seçilmiş nihai maketi yakarlar. Daha ilginci, maket yakıldıktan sonra  aynı yetkililer Cansever'i mahkemeye verirler, işe yaramadığını düşündükleri bir maketin yanmasıyla ortaya çıkan zarar yüzünden. Cansever faiziyle birlikte on bin lira ödemeye mahkum edilir ki maaşı aynı dönemde bin beşyüz liradır.*

    İstanbul'da bir meydanı yeniden tasarlamak, şehri bir meydan olarak tasavvur etmek kadar zorlaşıyor bazen…  Tutucu zihinlerle her modaya kolaylıkla kapılan sözde yenilikçilerin ittifakı, bunun sebebi.

    İstanbul çoktan bir meydan olarak oluşmuş, bu nedenle de direnmeye devam ediyor. Geçici ve günü birlik olanın öte yanında, sürekli ve derin bir akışla var oluyor.

    Bu akış Boğaz'ın sularıyla ve tarihin surlarıyla bütünleşirken dünyayı İstanbul'a taşıyor.

       *Beyazıt Meydanı projesiyle ilgili yaşadıklarını Cansever mimar M. Feyza Yarar ve Tülay Karadayı Yenice ile yaptığı röportajda anlatmıştı. Mimaran dergisinin 4. sayısında yer alan önemli röportajı  ham haliyle geçen Temmuz ayında bana ulaştıran Yarar'a gecikerek de olsa bu yazıyla teşekkür ediyorum.