Son yüzyılda ümmet, -içerikleri birbirinden farklı olan- özgürleştirme, kalkınma ve bağımsızlık isimleri altında büyük bedeller ödemiştir. Ümmetin hiçbir alanda, kayda değer hiçbir başarı gerçekleştirememiş olması, içinde bulunduğu krizlerden çıkma noktasında kendine olan güvenini kaybetmesine yol açmıştır. Bunun da ötesinde, ümmetin ezici çoğunluğu, mevcut durumda olumlu bir değişikliğin meydana gelmesinin imkânsız olduğu düşüncesine kapılmış ve görülür gelecekte kalkınmaya ve yükselmeye olan ümidini yitirmiştir.
Bu başarısızlığın çok ve çeşitli sebepleri olmasına rağmen, hepsinin başında gelen temel bozukluk, sağlam bir düşünce metodunun bulunmayışıdır. Yani eşyayı (olguları) muhakeme edip, onunla nefislerin arzulayıp görmek istediği gibi değil, olduğu gibi ilişki kuracak soyut işlemden yoksun olmaktır.
Oysa eşyayı olduğu gibi kabul edip, bu doğrultuda ilişki kurmak, âkil kimselerin, kendilerini ve toplumlarını inşa etmede esas aldıkları başlıca unsurdur. Batı bu hususta büyük mesafe katederek gözle görülür maddî ilerleme sağlamış ve diğer milletleri egemenliği altına almıştır. Evet, Batı hayata ve değerlere bakışındaki faydacı yaklaşıma uygun olarak, çıkarlarını gerçekleştirmek için eşyayı olduğu gibi anlama, planlama ve tedbir etme esasına dayanmıştır.
Buna karşılık İslâmî doğudaki siyasî hareketlerin, hem siyasî abeslikte (gerçeklerden uzak, saçma ve gereksiz tasarruflarında) hem de içine girdikleri düşünce krizinde, yuvarlanırcasına bir düşüş sergilediklerini görüyoruz.
Örneğin, Bağdat'ın diktatör Baas rejiminden kurtuluşunun, Batı'ya bağlı olduğunu iddia edenleri gördük. Bunlar onlarca yıldır, Bağdat'taki Baas rejiminin ikizi olan Şam'daki Baas rejiminin kucağında yaşadıkları ve ona dostluk gösterip övgüler düzdükleri halde, söz konusu rejimden kurtulmak için Batı'ya sığınıyorlar. Bu tutumlarını ise şöyle gerekçelendiriyorlar: Yabancı işgalcilerle ilişki içine girmek geçici bir durumdur ve onları kovmak, yerel zorbaları tasfiye etmekten daha az külfetli ve daha az meşakkatlidir.
Bu kişiler işgalcilerin gelmesiyle, âdeta onların uzaktan işaretleri ile harekete geçen değersiz birer atmacaya dönüştüler. Irak, işgalcilerin darbeleriyle her gün canların yok olduğu bir duruma düşmüşken ve bir taraftan bombalama eylemleri, diğer taraftan da cani gerillalar ve akılsız siyasetçiler eliyle hızlı bir yok oluşa doğru giderken, bunlar ısrarla işgalcilerin kalmaları gerektiğinin zorunluluğundan dem vuruyorlar.
Kedinin yerine sırtlanı tercih eden bu akıl, nasıl bir akıldır? Bir zorbanın yerine, namusları ve iffetleri çiğneyip talan eden; Irak'ı ve Irak halkını felakete sürükleyip mahveden zorbaları tercih eden bu akıl nasıl bir akıldır?
Aynı şekilde ümmetin meselelerinin en hassası ve en sancılısı olan Filistin meselesine bakalım… Bazılarının Filistin'in özgürleştirilmesi bayrağını, kendi kararlarını vermeye malik olmayan başkentlerde dolaştırdıklarını; Filistin ve Filistinliler konusunda sürekli hayal kırıklıkları yaşatan yozlaşmış teşkilatlardan medet umduklarını, onların dostluklarını kazanmaya gayret ettiklerini ve onlarla köprüler kurmaya çalıştıklarını görüyoruz.
Oysa bu kişiler daha önceden biliyorlar ki, söz konusu teşkilatların önem verdiği tek şey, otoriteyi kendi ellerine geçirmektir. Yine bu kişiler biliyorlar ki, söz konusu teşkilatlar, büyük devletlerin vekilleri olup, onlara hizmet ediyorlar.
Hatta bu kimselerin, Batı'nın kendilerini tanımaları ve kendilerine karşı pozitif ve şeffaf olmaları için hummalı bir gayret içinde olduklarına şahit oluyoruz. Oysa Filistin ve ümmet için belanın üssü, zaten Batı'daki siyasi sistemlerdir. Kendi çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen bu sistemler için, "İsrail" kırmızı çizgidir ve ona dokunulması konusundaki bir pazarlık imkânsızdır. Nerede kaldı ki, yerinden sökülüp atılsın!
Bütün bunlara rağmen, söz konusunu liderliklerin yürüttükleri siyasetlerde, bu gibi çelişkiler trajikomik bir şekilde aynı anda yaşanıyor. Sonra da bu şekilde hareket etmelerini, tutarsız, çelişkili ve ehemmiyetsiz gerekçelerle haklı çıkarmaya çalışıyorlar.
Siyasi hareketlerin bir diğer ayırıcı özelliği, siyasî gerçekçilik (reel politik) düşüncesine dayandıklarını iddia etmeleridir. Şeriatlarını tahkim etmek ve ümmetin birliğini sağlamak için, İslâmî esas üzere değişim sloganını seslendiren siyasi hareketlerin, ortaya çıkan her vakıa (siyasi gerçeklik) karşısında kabuk değiştirdiklerini görüyoruz.
Evet, bu hareketler kendi düşüncelerine ve tasavvurlarına göre, reel olanı değiştirmek yerine, reel olanın bir parçasına dönüşmek için, yavaş yavaş düşüncelerinden ve ilkelerinden vazgeçiyorlar.
Sahip olunan değerlerin somutlaştırılıp canlı bir şekilde sunulmasının yegâne hedef olması yerine, iktidarı elde etmek, arzulanan asıl amaç haline geliyor. Böylece İslâm meselesi, sadece şekillere tutunmaktan ibaret hale geliyor. Ve sanki mesele, siyasetlerin ve sistemlerin değil, şahısların değişimi meselesi oluyor... Ve sanki mesele, iktidar koltuğunda hangi programın yer alacağı değil, hangi kişinin oturacağı meselesine dönüşüyor.
Aynı şekilde bu kişilerde ümmet düşüncesinin kaybolup yok olduğunu; bunun yerini önce bölge ve taife, sonra da parti ve cemaat düşüncesinin aldığına şahit oluyoruz.
Yaygın bir şekilde insanlara hâkim olan düşüncelerden biri de, durumların kötü ve musibetlerin çok oluşunun, kendiliğinden gelecek bir kurtuluşun müjdecisi olduğudur. Ancak unutulmamalıdır ki, bir bünyede vebanın yayılması, -koruyucu tedbirler alınmazsa- ölüme ve yok olmaya sebep olur. Fakirlik, bu durumda olanlar korunup ilgilenilmezlerse, onları suça ve kötülüklere sevk eder. Zulüm, onu ortadan kaldıracak birileri bulunmazsa, kötülüğü, taşkınlığı ve şiddeti artırır.
Tıpkı bunun gibi, insanların durumlarının kötü olması da, eğer bunların etkilerini sınırlandıracak ve ortadan kaldıracak ciddi çalışmalar olmazsa, kurtuluşun müjdecisi değil, felaketin uyarıcısı olurlar.
İslâm dünyamızdaki yaygın anlayışı ortaya koymak için verdiğimiz bu örnekler, verilebilecek örneklerin çok az bir kısmını oluşturuyor.
Zayıf bir düşünce yapısına dayanan, olayları yüzeysel bir şekilde muhakeme eden ve vakıayla geçici (anlık) ilişki kurmayı, takip edilecek yol olarak benimseyen bu anlayışın, birikmiş krizler, karşı karşıya olunan gerçekler ve zihinlerdeki büyük beklentiler karşısında mutlaka değişmesi gerekiyor. Evet, hedeflerini gerçekleştirmek için bu anlayışın, fiillerini sağlam esaslar üzerine bina etmesi gerekiyor.
Düşüncedeki bu çelişkili ve bulanık durum, insanların harcanmasına ve geri kalmasına yol açtığı gibi, onlardaki işlevsizlik ve acizliği de kökleştiriyor. Bunlara ek olarak yüzeysel düşünmeyi, anlık çıkarlar peşinde koşmayı ve gidişatlarındaki düşüşü de hayatlarının ayrılmaz bir parçası haline getiriyor.
Diğer taraftan, düşünce yapısında sağlam bir araca sahip olamamaya eşlik eden bu olumsuz vakıa, başka grupları, onaylanmayacak eylemlere girişmeye sevk ediyor.
Bu gruplar, yaşanan acı ve dramatik duruma bir tepki ve isyan olarak giriştikleri bu tür eylemlerin, tarihin akışın değiştirecek bir yıldırım etkisi yapacağını bekliyorlar. Veya bu eylemlerinin, gök kapılarının açılmasına ve oradan mucizelerin yağmasına sebep olacağını bekliyorlar. Ancak böyle bir beklenti içine girerken, Allah'ın tabiattaki kanunlarını göz ardı ediyorlar. Bu kanunlar onların hesaplarında sanki iptal edilmiş hükmünde oluyor.
Bu yaygın durumun her ikisinde de, akıl ortadan kalkıyor ve hayat, sakat ve zayıf anlayışlara; doğrulardan sapmış kusurlu siyasetlere; ve çelişkili mantıklara dayanan gelişi güzel çalışmalardan ibaret hale geliyor.
Bu ümmetten bir grup, vakıanın yozlaşmış örgüsünün bir parçası haline gelmeyi, reel olma mantığına dayanarak gerekçelendiriyor. Oysa bu, yüzeysel, zayıf ve yanlış bir mantık olup, yozlaşmayı besliyor, onu değiştirmiyor ve değişimin önündeki ayrı bir engel olarak ortaya çıkıyor.
Bu grup, vakıanın içine dalıp, onun içinde erimeye yönelirken, bir başka grubun da tepkisel bir şekilde, hayatın sebeplerine ve kanunlarına sarılmadan meçhule doğru yola koyulduklarını görüyoruz. Onların bu durumu ise insanları, değiştirmek için ciddi hiçbir gayret sarf etmeksizin, vakıayı olduğu gibi kabul etmeye itiyor.
Evet, bu durum insanları, güvenlik ve emniyet gerekçesiyle, mevcut duruma sarılmaya, meçhul bir istikamete yönelen çalışmalara prim vermemeye, dolayısıyla onlardan uzaklaşmaya ve onları inkâr etmeye sevk ediyor.
Özetle burada istenen şey, değişimin sebeplerini, -eşyanın hakikatine ve gerektirdiklerine gözlerini kapatan, gerçeklerden uzak, geçici ve ateşli yönelişlere değil- gerçek müsebbiplerine bağlamaktır.
Dolayısıyla özgürlük ve yükseliş için yapılan çalışmanın, tabiatın kanunlarına ve hayatın sünnetlerine uygun bir yol tutması gerekir. Yani Yüce Yaratıcı'nın maddeye gerekli kıldığı maddî kriterlere uygun bir yol tutulması gerekir. Böylece, eşyanın anlaşılması, analiz edilmesi ve onlar üzerine (doğru ve kalıcı) çalışmaların bina edilmesi mümkün olsun.
İlkesel olarak, özgürlük ve değişim için İslâm'a dayanmak, abesle iştigal etmeyi ve eşyanın hakikatine göz yummayı değil, hayatın sebeplerine sarılmayı esas alan ciddi bir düşünme ve tefekkür eylemini gerektiriyor.
İlk Müslümanların, uzun bir süre dünyaya hükmetmesini ve kendi siyasetlerini uygulamasını sağlayan faktör buydu. Yoksa böyle bir başarı, planı programı olmayan gelişigüzel çalışmalarla ve tepkisel eylemlerle gerçekleştirilecek bir şey değildir; aksine, eşyanın sebeplerine sarılmanın ve eşyayı Allah'ın yarattığı şekilde akletmenin bir sonucudur.
İşte böylece ilk Müslümanlar, ruhî gücü maddî güç ile kuvvetlendirdikten sonra, Allah'ın yardımına ve zaferine nail oldular. O dönemde inanç mefhumları, zayıflığın, silinip yok olmanın veya reel olana meyledip onun içinde boğulmanın değil, aydınlatıcı düşünmeye teşvik etmenin, gerekli tedbirleri almanın, gayreti ve azmi bilemenin bir faktörüydü.
Bu makale Halil Kendir tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.