Peygamber Efendimiz (s.a.), Hatemü’l-nebiyyin, yani peygamberlerin sonuncusudur. Nübüvvet zincirinin son halkası  olması itibariyle, dinin kemal seviyede tebliğini ve tatbikatını, kendi hayatında müşahhas bir biçimde göstermiştir. Bizi onu ve sünnetini örnek almaya mecbur eden en önemli sebep de budur.

Tarihte Âdem (a.s)’den bu yana gelen bütün ilahi vahiyler, çeşitli formasyonlarda tezahür etmişse de, Peygamber Efendimizin tebliğinde bütün formların mahiyeti, mesajın ruhu ve özü bir bütün toplanmış bulunmaktadır. İlahi vahiyler gelir ama bunlar sadece mücerret bir sözden, kelamdan ibaret değildir; bunların nasıl ete kemiğe büründüğünü, gündelik hayattaki tezahür ve tatbikatını, Peygamber Efendimiz (sa.)’in sünnetinde ve siretinde müşahede ediyoruz. Bu açıdan bakıldığında, Peygamber Efendimizin sünnetinde ve siretinde dünya ile ahireti, zahir ile batını, yer ile göğü birleştirdiği görülür; varlığın ve insani hayatın bütün bu mertebe ve boyutları O’nda kemale ermiştir; onun kişiliğinde  parçalanma, ikilem veya şizofreni yoktur.

İslam, sadece dünyaya vurgu yapan bir din değildir; bunun yanında, bir o kadar da, hatta biraz daha fazlasıyla ahirete vurgu yapar. Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan hükümlere dikkatle bakıldığında, hükümlerin sadece zahirleriyle yetinilmemiş, aynı zamanda hikmetlerine ve batınlarına da göndermeler yapılmıştır. Hz. Peygamber Efendimiz, neredeyse tebliğinin her aşamasında bu dünyanın, şu an yaşadığımız zamandan ve mekândan ibaret olmadığını, her şeyin “hemen ve şimdi”yle başlayıp bitmediğini özellikle vurgulamıştır.  Dini hükümleri, şeriatla ilgili emir ve nehiyleri tebliğ etmiştir; fakat bunları hikmetlerinden arındırarak, soyutlayarak, tecrit ederek anlatmamış; aynı zamanda bu hükümlerin, hikmetlerini ve maksatlarını da tebliğ etmiş ve anlatmıştır.   

 İnsan üç boyutlu bir varlıktır. Bunlardan biri, onun entelektüel ve zihinsel bir tarafının olmasıdır. İnsan, olayları akılla algılamak, anlamak, anlamlandırmak, açıklamak ve bir kavramsal çerçeveye oturtmak ister. Bu bir yönüyle akli olan insanın yöneldiği ve tatmin olmasını istediği önemli ihtiyaçlarından biridir. Hz. İbrahim (a.s)’in: “Allah’ım, ölüleri nasıl diriltiyorsun” diye sormuş ve aklen tatmin olmak istemiş olması önemlidir.

İkincisi, insanın bir de deruni ve enfüsi tarafı vardır. Batı bilgi teorisi açısından bilgi öğrenilen, zihnen edinilen bir hamuledir. Manevi bakış açısından kemal merdiveninde basamak tırmanan insan bilgiyi ruhen tecrübe ve iştirak etmek ister. Aynı zamanda bu, imana konu olmuş bilginin, imana dönüştürülmesidir; çünkü bilgi, eğer imana dönüşmüyorsa, kuru ve mücerret bir bilgi olarak kalır. Hâlbuki istenen o değildir; bilginin imana dönüştürülmesi gerekir.

Şöyle bir bakacak olursak, bizim hayatımızda malumat türünden çok fazla bilgi vardır; eğer yüzeysel bir hayatla yetiniyorsak bunların hiçbiri imana dönüşmüş bilgi değildir. Cemaleddin Efgani bu olaya bir misal verir. Der ki: Gece yarısı kapkaranlık ve ıssız bir mezarlıktan geçtiğimiz zaman çoğumuz korkarız; ama biliriz ki bu mezarda yatanlar ayağa kalkmaz, hortlayıp mezardan çıkmaz; ancak bu bilgiye rağmen yine de korkarız; işte bu imana dönüşmemiş bilgidir.

Peygamber Efendimizin tebliğiyle bize ulaşan ilmin hikmete ve imana dönüştüğünü görüyoruz. Biz diyoruz ki İslam, her şeyin iyisini, güzelini bize tebliğ ediyor, mesela temizliği emrediyor; fakat gündelik hayatımıza, şehirlerimize, evlerimize, işyerlerimize baktığımızda temiz olmadıklarını görüyoruz. Demek ki bu bilgi, Müslümanların hayatında imana dönüşmüş değildir; çünkü temizlik ne onların hayatlarında ne de mekânlarında tezahür ediyor. 

Bu üç boyut üzerinden Peygamber Efendimizin sünneti nasıl tatbik ettiğine bakacak olursak, kendi nefsinin haklarını ihlal etmediğini; yani masum isteklerini, taleplerini yerine getirdiğini görürüz. Mesela acıktığı zaman yemiştir; fakat bize de, “Midenizi üçe ayırın. Bir bölümünü yemekle, bir bölümünü suyla doldurun, bir bölümünü de boş bırakın” demiştir. Eğer biz, buna uyacak olursak, bir ayna konumunda fonksiyon görmesi beklenen kalbimiz paslanmaz, manevi hayatımız kararmaz; çünkü tıka basa yiyen bir insanın kalbi paslanır, onun üzeri örtülür, artık bir takım manevi hakikatleri, hikmetleri kolay kolay kavrayamaz.