Anılarımı yazdığımda en fazla vurgulamak istediğim, Türkiye ve Yunanistan'da yaşarken insanların 'öteki' diye bellediklerine karşı geliştirdikleri algılamalar konusunda öğrendiklerimdir.
Atina Üniversitesi'nde Türkiye edebiyatı ve siyasal tarihi derslerini verirken temel debelenmem de bu önyargılarladır. Sorun, 'biz' kimliği kurulurken sanal bir 'öteki'nin de icat edilmesi, kurgulanması. Millilik böyle muhayyel bir 'biz' ve 'öteki' çerçevesinde oluşuyor. Bu çerçeve sorgulanmadan ve milli paradigmanın mekanizmaları anlaşılmadan, yerel kabulleri aşıp evrenselliğe yaklaşacak tutarlı açıklamalara yaklaşmak olanaklı olmuyor. Derslerimin temel amacı bu yöndedir.
Örneğin Türk halk edebiyatı dersinde bu amaç doğrultusunda 'klasik' öğretim yapılıyor doğal olarak: Yunus Emre temel kitabımız, Mevlânâ'yı, Pir Sultan Abdal'ı, Âşık Veysel'i okuyoruz, sazlı şarkılarını dinliyoruz, tasavvufu konuşuyoruz. Nasrettin Hoca'yı da anıyoruz, Karagöz'ü de. Ama benim sınıfta asıl yapmak istediğim başkadır, sorular sormaktır. 'Halk edebiyatı' dünyamızda ne zamandan beri önemli sayılıyor, ulus-devletlere 'tevhit-i tedrisat' ile bir 'bilim dalı' adı altında bu alanda neyi aşılıyor? Millilik, romantizm akımı, devlet eğitimi ve 'folklor' neden eşzamanlı ve iç içe? Neden bu alanda böylesine çelişki ve suskunluklar yaşanıyor? Örneğin, dilleri Türkçe olan Yunan halkı (Karamanlılardan söz ediyorum) neden 'halk edebiyatının' nesnesi olamıyor? Katolikler de yok, azınlıklar da, bazı aydınlar da. Belli bir şablona uymayan inançlar, diller, gelenekler de yok sayılıyor. Yalnız, sözde yüzyıllar içinde 'milli özü' hiç değişmemiş, kırsal alanda yaşayan soyut bir 'halk' var. Bu nasıl bir 'halk' ve millet anlayışıdır?
Dersimizin en önemli yanı öğrencilerin kendi araştırdıkları bir konudur: Halkbilim dünyada ve sonra Yunanistan'da ne zaman ve nasıl doğdu? Ne tür etkisi oldu toplum içinde? Amaç, önce 'biz'i anlamak. Çünkü 'biz' denen olgunun nasıl şekillendiği bilinmeden, nasıl düşündüğümüz ve hele nasıl düşünemediğimiz de hiç anlaşılmayacak. Ve bir ideolojinin ürünü olan sanal öteki de dengeli boyutlarını hiçbir zaman edinemeyecek. Sınıfta etraflı tartıştığımız bu ödevlerin bir derlemesini sunuyorum. Öğrenciler şunları yazdı: Fransız Devrimi döneminde Avrupa'da halk konusunda iki anlayış egemendi. Birincisi, halkın cahil olduğu yönündeydi. Romantik akımın etkisinde olan Alman anlayışına göre ise 'halk' milli kültürün kaynağıydı. Napolyon'a karşı savaşlar sırasında Almanya'da milliyetçilik, romantizm ve halkbilim bir arada gelişti. 'Milli geçmişe' çok önem verildi. Grimm Kardeşler örneğin, halk masallarında milletin 'özünü', şairler ise halkta 'ulusal bilincin' kaynağını aradı. Romantizmin babalarından J.J. Rousseau ise cahil halkta en saf, gerçek ve erdemli insanı görmüştü. Ona göre okumuş olanlar insan özünden uzaklaşmış dejenere kimselerdi (bugün olsa 'entel' derdi). O dönemde, Avrupa'nın ulus devletleri içinde, milletin özünün, zaman içinde süreklilik sergileyen kırsal alandaki 'halkta' olduğu varsayıldı. Her halkın 'özel ve biricik özünü' kanıtlamayı da halk araştırmaları üstlenmişti.
Tirol doğumlu gezgin ve tarihçi J.P. Fallmerayer, 1830'da çağdaş Yunanlıların ırk olarak antik halkın devamı olmadığını savununca, kimliklerini antik dönem üzerine bina etmeye çalışan yeni ulusun aydınları ırkçı saldırıya ırkçı tepki gösterdi. Tarihçi K. Paparigopulos, 1850'lerde Yunan ulusun devamlılığını 'sağlayan' teorisini kaleme aldı. O güne kadar Yunan sayılmayan Bizans millileştirildi. Bu tez, hâlâ 'resmi tarihi görüş' işlevi görmekte. Aynı yıllarda S. Zambelyos da halk şiirinde 'geçmişten bugüne kesintisiz süregelen milletin' kanıtını 'keşfetmiş' oldu. Böylece halkbilim ve tarihçilik ulus-kurma misyonunda öncü rollerini üstlenmiş oldu.
Günümüzde, milli miras, gelenek vb. olarak algılanan değerlerin, E. Hobsbawm'un deyimiyle, keşif değil 'icat' olduğu savunulur. Bu toplum mühendisliğinin de bir yanıdır. Ancak bu görüşler yalnız akademik ortamda geçerlidir. Halk kitleleri ve devletlerin eğitim programı farklı bir frekanstadır: Hâlâ geçmiş yüzyılda savunulan paradigmayı izlerler. Buna göre, kurgulanan 'millet', tarih içinde özeldir, biriciktir ve idealdir: Yalnız meziyetlerle donanmıştır, üstün bir tarihi vardır (ve üstünlüğü doğal olarak daha aşağı olan ötekilere göredir). Oysa bizim dersimiz ileriye dönüktür, daha çağdaştır. Bir öğrencim ödevinde şunları yazdı: 'Milli yaklaşımın kötü yanı, her yanın karşı taraf aleyhine yaptıklarını dile getirmek istememesidir. Milli birliği zedeleyecek olumsuzluklar sistemli olarak suskunlukla geçiştirilmektedir.' Bir başkası da 'Irkçılık, savaşlar ve halklar arasında anlaşmazlıklar bu tür kurgular sonucunda oldu' diye yazdı.
Sonuç olarak, geleneksel halkbilimci-milli anlatının içinde 'bizden' olmayanlar, örneğin Türkler, bizden çok farklı ve bizim karşımızda gösterildiler. Halkbilim 'milli' olanın 'kriterlerini' de koydu. Milli mitoslar yarattı. Örneğin ezeli düşmanlara karşı direnen ezeli bir ulus mitosunu. Bu bir misyondu. Bu 'bilim' gerçek çevreyi araştırmadı, asıl yaptığı bir anlayışı aşılamaya çalışmaktı. Bunu romantik bir dünya anlayışı ile yaptı. Buna göre, milletler yüzyıllar öncesinden bugüne değişmez özellikler taşırlar, bizim millet özeldir, tektir, kimseye benzemez, üstündür. Eğitim sisteminin temel amacı da bu yöndedir. 'Geleneklerimiz, ananelerimiz' derken seçmeli bir biçimde bu yönde bir çaba gösterilir. Ulusların binlerce ortak kelimesinden, deyimlerimizden, geleneklerinden, inançlarından ve iç içe yaşamından söz edilmez. 'Antik Sokrates'in etkisinin nasıl çağdaş bir Yunanlıda olabileceği sorgulanmıyor bile', diye yazıyor bir başka öğrenci. 'Velev ki dedelerimizin çok büyük değeri vardı, bizim bu değerli dede ile ne ilişkimiz olabilir ki?' Bu bireyci soruyla ırkçılığın sorgulandığı açık değil mi?
Bu çalışmalardan birçok şeyin -devlet, millet, eğitim, 'biz' kavramı, gelenek, milli mirasın- konjonktürel olduğu ortaya çıkmış oldu. Ezelden sonsuza uzanan statik bir durum yok. Kimlik arayışları yüzünden bilimin, tarihin, eğitimin vb. çarpıtıldığı, ideolojik yönde kullanıldığı da açıkça görülmüş oldu. Öğrenci, kendisinin de bir sürecin sonucu olduğunu anlamaya başladı. Okullarda ona yıllarca öğretilmiş olanları yeniden düşünmeye ve değerlendirmeye, ve biz-öteki konusuna da farklı bir açıdan yaklaşmaya hazırdır artık; Türk halk edebiyatını anlatanları da bambaşka bir anlayışla dinlemeye ve halk edebiyatını dünya halklarının bütünü içinde algılamaya da...
Kaynak: Zaman