Üzerinden tastamam 94 yıl geçti. Nargin'i ne o gün bildik, ne şimdi hatırlıyoruz. Sovyetler'in ünlü istihbarat örgütü KGB ve Rus askeri arşivi RDATA'da facianın delilleri bulunmasa, Haluk Ölçekçi adında meraklı bir belgeselci kolları sıvayıp adadan kurtulmuş az sayıda insandan biri olan emekli Tuğ. Ziya Yergök'ün ailesinden onun hatıralarını dinlemese haberdar olacağımız da yoktu herhalde.
Geçmişte TRT için Bulgarların Tuna üzerinde Belene adasında 'hain/ajan' olarak niteledikleri Türkleri topladıkları kampının hikâyesini senaryolaştırmıştım... O çalışmayı yaparken konuştuğum tanıkların anlattıklarının üzerimde nasıl sarsıcı etki yaptığını biliyorum. Böylesi onlarca faciayı yaşayıp ne yazık ki hafıza defterimizden sildiğimiz için uluslar arası arenada suçlamalara muhatap olduğumuzda susup oturmak durumunda kaldığımızı da. Nargin bunlardan biri. Bildiğim bir diğeri Said-i Nursi'nin de esaret döneminde götürüldüğü Kostroma.
Birinci dünya savaşı başladığında Prens Oldenburg'un emriyle toplama kampına dönüştürülen Nargin'i ve orada yaşananları en iyi anlatanlardan biri Çarlık Rusyasının yıkılmasından sonra adı Azerbaycan bağımsızlık mücadelesi döneminde ünlenen Türk aydınlarından Neriman Nerimanov. Bir dönem sosyal demokrat Hümmat Partisi yönetiminde de bulunan Nerimanov şehir meclisine sunduğu raporda Nargin'deki durumu şöyle anlatıyor.
"Burada su çetinlikle ele düşen bir şeydir. Burası adeta arsa-i kerbeladır. Su olanda hörek yok, hörek tapılanda su yoktur. Bu yılanlar yuvasında yaşamaya değil, ölmeye mahkûm olan zavallılar susuzluktan göğermiş, kurumuş dillerini ağızlarından çıkarıp dudaklarını kemiriyor, su diye ah vah ediyorlardı. Burada içmeye de su tapılmıyor. Buraya su karadan geliyor. Cezirenin özünün içmelik suyu yoktur. Bazen oluyor ki deryada şiddetli külek oluyor. O günlerde barkazlar cezireye yanaşmıyorlar. Barkaz gelmeyince su da yok. Sivil esirler içinde 80 yaşında bitmiş halde ihtiyar kişilerle, 2 yaşından 15 yaşına kadar körpe çocuklar vardı."
Bakü halkının 'Yılan Adası' diye bildiği zehirli yılanlarıyla ünlü Nargin adası yaklaşık 3 kilometre uzunluğunda 900 metre eninde bir yer. Halen kalıntıları ayakta duran yapılar esir Türklerin kaldığı barınaklar. 1914-15 yıllarında buraya kafileler halinde oniki bin esirin getirildiği ve bunlardan 10 bininin susuzluktan, açlıktan, yılan sokmasından öldüğü biliniyor. Kalıntılara bakıldığında burada aynı anda binlerce insanın kaldığını söylemek zor. Ancak anılar dinlendiğinde, hücrelerde yer olmadığı için çoğu esirin açıkta kayalara bağlandığı ortaya çıkıyor. Yazın bile ısının en fazla 25 dereceyi bulduğu kış mevsiminde ise eksi 30'lara düştüğü bir ortam Nargin.
Bilinen 94 sene önce ilk kafilenin 1914 Kasım'ının sonunda adaya getirildiği. Bugün İstanbul yakınlarındaki hayırsız benzeri ıssız, hayvan barınağı görünümündeki adaya dönük olarak, ümid edelim ki Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Azerbaycan'lı yetkilerle görüşüp müşterek bir proje geliştirsin... Anıt, müze, belgelik; her ne olursa. Zira hafıza başka türlü
canlanacak gibi değil. Yanlış bilmiyorsam Cüneyt Zapsu'nun dedesi Abdurrahim Zapsu, ilk havacılarımızdan Vecihi Bey ve Bahaeddin Bey gibi isimler de Nargin cehennemini yaşayanlardan.
Çerçeve
Uzmanlık yetmez partili olmak lazım!
Mehmet Ali Kağıtçı'nın ne adını ne hikâyesini biliyoruz. Kağıtçı soyadından herhalde bazı şeyler anlaşılabilir. Türkiye'de kâğıt sanayi kurma mücadelesini veren öncü isim o. 1889'da Heybeliada'da doğan, küçük yaşlardan itibaren kâğıt üretimi konusuyla ilgilenen ve o hayalin peşinde 1927'de Grenoble'a, mühendislik fakültesinin kâğıt mühendisliği bölümüne koşan bir genç Mehmet Ali Kağıtçı. Birincilikle mezun olduğunda Fransa'daki en büyük kâğıt fabrikasının sahibi Papeteries de France şirketinden aldığı iş teklifini nasıl reddettiğini Baki Kara'nın derlediği hatıratında şöyle anlatıyor: Ben, Türk kâğıt sanayini kurabilme idealimi gerçekleştirebilmek azmiyle yola çıkmıştım. Tekliflerini nezaketle reddettim. Aynı teklifleri İstanbul'daki konsoloslukları aracılığıyla da tekrarladılar. İdealim uğruna yaptığım fedakarlıktan dolayı övünç duyguları içinde, çok neşeli ve sevinçliydim.'
Heyecan içinde Türkiye'ye dönen gence, eğitimi temel mesele haline getirmiş, zorlukla elde ettiği dövizi yabancı firmalara ödemekten bunalan cumhuriyet idaresinin dört elle sarılması beklenir değil mi? Ama öyle olmaz. Dönemin Kırşehir Mebusu Müfit Özdeş'in şahsında ilk hayal kırıklığını yaşar. Bir aile toplantısında karşılaşıp Fransızlardan aldığı teklifi nasıl reddettiğini anlattığında başına gelecekler konusunda uyarır Özdeş.
'Müfit Bey, Atatürk'ün okul arkadaşı, yakın dostuydu. Beni ilgiyle dinledi. Fakat arkasından, enayi, diyerek şunları ekledi: Daveti kabul et! Yarın git konsolosa teklifi kabul ettiğini söyle ve hemen gitmeye bak! Burada senin kadrini bilmezler. Enayilik etme. Sonra pişman olursun!'
Mehmet Ali Bey'in bu uyarıyı fazla ciddiye almadığı bir yandan gazetelerde yerli kâğıt sanayinin kurulması zaruretine dair makaleler kaleme alırken diğer yandan kendi imkanlarıyla kâğıt üretme çalışmalarına başlayıp elde ettiği sonucu Ulus Gazetesi'nde denemek üzere başyazar Falih Rıfkı Atay'a götürmesinden anlaşılabilir... Atay onun ürettiği kağıdı baskıda denedikten sonra elinden tutup Atatürk'e çıkardığında basbayağı ümitlenir Mehmet Ali Bey.
Milli Mücadele'nin lideri, cumhurbaşkanı ve her emri yerine getirilen insan konumundadır Atatürk, numune kağıdı, baskısını uzun uzun inceler, eliyle yoklayarak yabancı kâğıtlarla mukayese eder ve sonuçta: 'İşte çocuk uygarlığın hamuru bu' sözüyle yüreklendirir Kağıtçı'yı. Doğal olarak engelin aşıldığı hissine kapılır Mehmet Ali. Ama fabrika, yatırım, sermaye demektir.
İş savsaklanır. Tütün İnhisarı İdaresi Umum Müdürlüğünden gelen bir yazıyla
yeniden ümitlenir gibi olur Kağıtçı. Kurulması planlanan kâğıt ve karton fabrikasının proje danışmanı olacaktır. İstenen şartname taslaklarını çarçabuk hazırlar...
Ama ithalatçılar, yabancı kâğıt fabrikalarının Türkiye'deki temsilcileri de boş durmamışlardır.
'İhalenin yapılacağı gün, Tütün İnhisar İdaresi Umum Müdürlüğü'ne vardığımda, kâğıt ve karton fabrikası kurma işinin geri bırakıldığını belirten, Maliye Müsteşarı Ali Rıza imzalı telgrafla karşılaştığımda tarifi imkânsız bir üzüntü içinde hayal kırıklığına uğradım.'
Bu arada Orta ve Kuzey Avrupa'nın büyük kâğıt fabrikaları yarı teklif yarı uyarı haberleri yollarlar Mehmet Ali Bey'e.
'Siz Türkiye'nin tek kâğıt mühendisisiniz, bu müstesna durumunuzu değerlendirmelisiniz. Kâğıt fabrikası kurma çabalarınızın sonunda ne gibi bir kazanç sağlayabilirsiniz ki. Sizi nihayet, kuracağınız fabrikanın genel müdürü yaparlar. Temsil ettiğimiz teşekküller, size çok daha verimli şartlar sağlayabilirler.'
Dostları da farklı düşüncede değildir. 'Kurarsın fabrikayı, işler yoluna girince alakasız birini getirip başına oturturlar' der çoğu.
Celal Bayar'la son kez ümitlenir Mehmet Ali Bey.. 1934'te kâğıt sanayinin kurulmasına ilişkin kararname yayınlanır. Yer olarak İzmit seçilir ve hemen o yıl temeli atılan fabrika 1936 senesinin Nisan ayında ilk yerli kâğıt bobinini ortaya çıkarır. Atatürk bir kez daha övgüyle anar onu 'İşte idealist adam, büyük adam buna derler' diyerek kutlar. Ama iki sene sonra Atatürk'ün ölümüyle her şey adım adım eskiye döner. Öyle ki sonunda işte uzaklaştırılır, yerine Norveç'ten kâğıt mühendisi getirtmeye kalkar hükümet. Norveçliler Stockholm Büyükelçiliği aracılığıyla 'Mehmet Ali Kağıtçı öldü mü ki bizden uzman istiyorsunuz' derler. Ankara buna cevap vermek yerine Fransa'ya çevirir yüzünü. Türkiye'ye gelen M. Raoul adındaki mühendis Mehmet Ali Bey'in fakülteden arkadaşıdır. Adamcağız merak eder neden o dururken kendisinin çağrıldığını. Dönemin işletmeler bakanı açık yürekli davranır: 'Mehmet Ali Kağıtçı'nın bu işi başardığını, halen de ıslah edip tekamüle kavuşturacağını biz de biliyoruz. Fakat parti mülahazaları, onu fabrikaların umum müdürlüğüne getirmemize
mani teşkil ediyor' der. M. Raoul'ün 'Uzmanlığın bu ölçüyle değerlendirildiği ülkede çalışamam' deyip Türkiye'de ayrıldığını da ekleyeyim.
Kaynak: Radikal