Öncelikle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Meclis'i açış konuşmasını beğendiğimi söylemeliyim. Her ne kadar bu konuşmayla ilgili beklenti düzeyim düşüktüyse de, itiraf edeyim, bize demokratik açılımın teorik-felsefi çerçevesini çizecek bir konuşma da beklemiyordum.

Ama Cumhurbaşkanı bana göre epey bir zamandan beri gazete ve televizyonlarda bu konuda kalem oynatanlar dahil kimsenin yapamadığı bir şeyi yaptı, 'açılım'ın teorik çerçevesi konusunda son derece tutarlı, başı sonu belli ve iyi tasarlanmış bir metin ortaya çıkardı. Meraklısına tavsiyem, konuşmayı cankaya.gov.tr veya tbmm.gov.tr web adreslerinden bulup okumaları.

İlginçtir, salt bu açıdan, yani yapılacak açılımın teorik sınırları açısından baktığımızda, Cumhurbaşkanı'nın yaptığını yapmaya en çok yaklaşan siyasetçinin Cumhuriyet Halk Partisi lideri Deniz Baykal olduğunu görüyoruz.

Bazıları kızabilir ama şu değerlendirmeyi bile yapabilirim: Deniz Baykal'ın çeşitli grup konuşmaları basın toplantıları ve TV programları aracılığıyla açılıma çizmek istediği sınır ile Cumhurbaşkanı'nın konuşmasında çizdiği sınır hemen hemen aynı sınır.

Dahası şu: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Deniz Baykal arasındaki teorik-felsefi yaklaşım farkı, Cumhurbaşkanı ile Demokratik Toplum Partisi eşbaşkanı Ahmet Türk arasındaki teorik-felsefi yaklaşım farkından katbekat daha az.

Tamamen bu gözlemden hareketle, Cumhurbaşkanı Gül'ün konuşma metnini okuduktan hemen sonra Cengiz Çandar'a, 'Bu konuşma DTP'lileri kesmez, onları tatmin etmez' dedim. Ama işe bakın ki Ahmet Türk konuşmayı beğendi, Deniz Baykal ise 'İçim karalar bağladı' diyerek eleştirdi.

Oysa Cumhurbaşkanı, 'açılım' konusunda postmodernist diyebileceğimiz tezlere fazla prim vermeden, kendi teorik-felsefi yaklaşımını modernizmin modern bir yorumunun içine sığdırmayı başarmıştı. Deniz Baykal da, söylediklerinin teorik-felsefi çerçevesini böyle mi adlandırıyor bilmiyorum ama son birkaç aydaki konuşmalarının tamamında modernist söylemleri dile getiriyordu.

Burada 'modernist'ten kastımı da söyleyeyim: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını bir 'üst kimlik' olarak kabul edip, herkesin kendini ifade etmek istediği etnik kimliklerin de özgürce ifade edilebilmesi.

Bu çerçeveden bakıldığında, 'sorun' bir 'eşit vatandaşlığın hayata geçirilmesi sorunu'na dönüşüyor, 'çözüm' de doğal olarak 'demokratik açılım' oluyor.
Hemen hatırlatayım, Baykal, 'TC vatandaşlığı'nın yerine çoğu zaman 'Türk milleti' deyimini kullanıyor ve kendi kullandığı 'Türk milleti' deyiminin 'üst kimlik' olduğunu söyleyip, 'Türk' kelimesinin hiçbir durumda etnik köken anlamında kullanılmasını istemiyor. Bu da ciddi bir çelişkiye yol açıyor:

Hem Baykal'ın 'Türk milleti' üst kimliğine sahip olan hem de kendini 'Türk' etnik kimliğine mensup görenlerin 'alt kimliği' ne olacak? Onlar, diğer etnik kökenlilerden daha mı üstün, daha mı eşit, daha mı birinci sınıf olacak?

Bu biçimsel gibi gözüken önemli sorunun bir çözümü, üst kimliğe 'Türk milleti' değil, 'Türkiyelilik' adını vermek. Ama bu da yapay bir çözüm. (Aynen tarihte kısa bir süre parladığını gördüğümüz 'Osmanlılık' gibi!)

Fakat Cumhurbaşkanı Gül'ün de konuşmasında bu soruna hemen hemen hiç temas etmediğini, sadece bir yerde 'Türk milleti' deyimini kullandığını görmek ilginç. Belki Cumhurbaşkanı'nın kimliklerle ilgili görüşleri de Baykal'a yakındır, bunu bilmiyoruz.

Bu alt kimlik-üst kimlik meselesi, özel olarak 'Kürt sorunu' konusunda da, genel olarak 'demokrasi sorunu' konusunda da çok kafa karıştırıcı ve çok önemli bir sorun.

Ancak galiba en az bu kadar önemli bir başka sorun, Türkiye'de siyasetin yapılış biçimiyle ilgili. Bizde hâlâ ne söylendiği değil onu kimin söylediği önemli. Yoksa Baykal Cumhurbaşkanı'nın konuşmasını eleştirmezdi!

Kaynak: Radikal