Geçen hafta sonunu Abant Platformu'nun "Kürt Sorunu: Barış ve Geleceği Birlikte Aramak" başlıklı 17. toplantısı dolayısıyla Abant'ta geçirdim.
Derin bir siyasi krizin içinden geçilmekte olan bu günlerde, Türkiye'nin belki en hassas sorununun gündeme alınması yadırganabilirdi. Toplantıya katılanların kulağı bir yanda Ergenekon soruşturmasıyla ilgili gelişmelerdeydi. Söyleyeceği olan herkes davet edildiği halde ancak bir kısmı gelmişti. DTP milletvekilleri yoktu. AKP'den tek bir Kürt milletvekili vardı. Ama Türkiye'ye demokrasinin gelmesini ve sorunun aşılmasını yürekten isteyen herkes oradaydı. Ve toplantı sona ererken herkes oradan, tam da zamanında yapıldığı kanısıyla ve çalışmanın ayrıntılı bir çözüm programı ortaya konacak şekilde sürdürülmesi temennisiyle ayrıldı.

İki konuşmacı zihinleri sarstı. Biri, sorunun vahametini, öteki çözümün yolunu gösterdi. Biri Hakkarili genç kadın avukat Rojbin Tugan idi. Şu sözlerini defterime not ettim: "Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Türkler ön sıralarda oturuyordu. Onlar gibi olmalı, Kürtlüğümüzden utanmalıydık. Bütün çocuklar okula böyle gittiler... Evimiz periyodik olarak basılırdı... Avukat olacağım ve başka çocukların hayatlarının parçalanmasını engelleyeceğim, dedim... Kürtler ölen çocuklarını teşhise bile gitmiyorlardı. Ama artık çocuklarına sahip çıkarak varolmaya başladılar. Artık çocuklarının kana bulanmasını, öldürülmesini istemiyorlar... Başbakan Güneydoğu'ya geldi, 'hatalar yapıldı' dedi ve büyük umut uyandırdı, ama sonrası gelmedi... Her cenaze Kürtleri uzaklaştırıyor. Artık ne yapılacaksa bir an önce yapılmalı. Sabır yok..." Yalnız zihinlerimizi değil vicdanlarımızı da sarsan Rojbin Tugan ile Taraf gazetesinin yaptığı mülakatı mutlaka okuyunuz. (Taraf, 7 Temmuz)

Zihinleri sarsan öteki konuşmacı açış konuşmasını yapan Bolu Valisi Halil İbrahim Akpınar'dı. 19 hizmet yılının 9'unu Doğu ve Güneydoğu'da geçiren Sayın Akpınar dedi ki: "Sorunları gizleyerek değil, konuşarak çözebiliriz... Doğu'daki en büyük yıpranma, ayrışma 12 Eylül'den sonra yaşandı. Türkiye'nin her yerinde insanlar işkenceden geçirildi. 50 kişi idam edildi. Yüzlerce kişi faili meçhule gitti. 500 bin kişi gözaltına alındı... Güneydoğu'da ve Doğu'da işkence görenler dediler ki, 'Bize bunu Kürt olduğumuz için yaptılar...' Problem, halkın arasında yaşanan değil, bürokratik elit ile halkın arasında olan bir problemdir... Bu ülkeye demokrasi gelecekse şimdi gelsin istiyorum... Adam gibi bir ülkede ekonominin, hukukun uluslararası standartlarda olduğu, hukukçunun değil hukukun hakim olduğu bir ülkede yaşamak istiyorum. İngiltere ve Almanya kadar olamadık, bari Yunanistan kadar olalım..." Sayın Akpınar hepimize, "Türkiye'de ne valiler varmış!" dedirtti ve büyük bir iyimserlik aşıladı.

Benim konuşmam "Dünyanın dersleri" üzerineydi. Farklılıkları barış içinde birarada yaşatmayı ve zenginliğe çevirmeyi ancak özgürlükçü demokrasilerin başarabildiğini, teorisi ve pratiğiyle açıklamaya çalıştım. Türkiye'nin de bütün kurum ve kurallarıyla demokrasiyi yerleştirmesi gerektiğinin altını çizdim. 1920 ve 30'larda, otoriter bir tek parti yönetimi altında, o günün modernlik anlayışına uygun olarak çizilen kimlik politikalarının iflas etmiş olduğunun; eğer güçlü bir Türkiye istiyorsak, devletin milletle, yani dindarlarla, Kürtlerle ve Alevilerle barışması gerektiğinin altını çizdim. Yurttaşlarının dinsel ve etnik kimliklerine saygı göstermeyen, onların hak ve özgürlüklerini tanımayan, bireyler olarak güvenliğini sağlayamayan, aksine onlara eziyet eden bir devletin asla güçlü olamayacağını, çünkü onların gönüllü sadakatine sahip olamayacağını söyledim.

Ankara bakalım şu gerçeği ne zaman kavrayacak? Devletin bütün inançlardan, bütün etnik kökenlerden yurttaşlarına eşit saygı gösterdiği bir Türkiye, bütün yurttaşlarının canı gönülden "Bu benim devletimdir" dediği bir Türkiye ancak, güçlü bir ekonomiye, güçlü bir orduya sahip olabilir, bütün dünyadan saygı görebilir.

 
Kaynak: Zaman