Türk insanları olarak bizler, çocukluğumuzdan başlayıp üniversite yılları ve onu takip eden iş yaşamlarımızda, bize özellikle eğitim yoluyla aşılanmış kısmen korkulara dayalı bir yaşam biçimine alıştırılmışız.
Geçmişte "komünizm geliyor"a dayalı korkular bugünlerde "şeriat geliyor" türünden bir elbise giydirilerek bize sunulmaktadır.
Ve bizler maalesef, bilimsel verilere dayanmayan, ancak bizi sarıp sarmalayan derin korkularla yaşamımızı sürdürmeye çalışırız. Bu nedenledir ki toplumumuzda halen hukukun işletilmesi yerine iftira kampanyaları ile insanların yaşamları karartılmaya çalışılmaktadır.
Kimi kurumlar, Anayasa'nın altını çizdiği eşitlik ilkesine karşın kendilerini ayrıcalıklı bir konuma yerleştirirler. Ayrıcalıklı muamele ise insanların vicdanlarında derin yaralar açar, toplumumuzda açtığı gibi. Kendilerini ayrıcalıklı statüde görenler açısından her yol mubahtır. Ama bu nereye kadar gidecek?
Ankara'dan başlayıp İstanbul ve İzmir'de devam eden ve son olarak da Türkiye'nin kurucusu ulu önder Atatürk'ün, 1. Dünya Savaşı sonunda Türkiye'nin bağımsızlık savaşını başlattığı Samsun'da önceki gün gerçekleştirilen protesto mitingleri, Anayasa'nın laiklik ilkesinin vurgulandığı ve iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) şeriatı getireceği endişesiyle şiddetle eleştirildiği platformlara dönüşmüştür.
Halkın, bir dizi korkularını meydanlarda toplanarak dile getirmeleri, o korkuları yarattığı sanılan partilerin daha dikkatli olmaları ve toplumsal duyarlılığı göz önüne almaları açısından önem taşımaktadır.
Ne var ki bu mitingler, yaklaşık 70 milyon nüfuslu Türkiye'de diyelim ki 3-4 milyon insanı bir araya getirdi. Peki geriye kalan sessiz çoğunluk neler düşünüyor, biliyor muyuz?
Bu mitinglere gelenlerin önemli bir kısmı ile bu mitingleri örgütleyen kuruluşların eğitim düzeylerinin göreceli olarak yüksek olduğunu düşünürsek -ki öyle, "Ne AB, ne ABD, bağımsız Türkiye" gibi atılan sloganları nasıl yorumlamamız gerekmektedir?
Nasıl bir yaman çelişkidir bu; hem ülkenin dünya ile bütünleşmesini sağlayan ve demokrasimizin olgunlaşmasına hizmet edecek Avrupa Birliği gibi kurumları dışlayacak hem de bu tür kurumlara, Türkiye'nin üye olma istemiyle gerçekleştirdiği -uygulamada önemli ölçüde hayat bulmasa da- reformların yarattığı serbestlik ortamından en fazla yararlanan kişi ve kurumlar olarak Türkiye'nin içine kapanmasıyla sonuçlanacak sloganlara ev sahipliği yapacaksınız.
Altını çizdiğim bu çelişkinin, bence temel nedenlerinden birisi toplumumuza verilen eğitimin kalitesiyle bağlantılıdır. Çocukluk yıllarından başlayarak, büyüklerimizin eğitimlerine paralel bir düşünce tarzı bize aşılanmaktadır.
Bu da itaat etme; ama sorgulamama zihniyetidir. ilkokuldan başlayarak üniversite yıllarını da içine alan eğitim sistemi bizlere ezbere dayalı, muhakeme yeteneğimizi yeterince kullanmamızın önünü kesen bir anlayışı aşılamaktadır.
Şeffaflık, hesap verilebilirlik, iyi yönetim gibi demokrasinin olmazsa olmaz kurallarını sorgulamamız itinayla önlenmiş ve ayrıcalıklı kurum ve zümreler oluşturulmuştur.
Cumhuriyet mitinglerine katılanların yalnızca bayrağımızı sallayarak, "Ne AB, ne ABD, bağımsız Türkiye", "Laiklik korunacaktır," "Şeriata hayır" gibi söylemleri içeren sloganlara ağırlık verirken toplumsal duyarlılık yaratan iş, aş sorunları ile kültürel farklılıkların giderilmesi gibi ülkeyi asıl tehdit eden konulara da duyarlı bir tavır sergilemiyor olmaları beni ciddi şekilde endişeye sürüklemektedir.
Mitinge katılan protestocuların genel ruh hali de aslında ve maalesef ezbere dayalı, muhakeme yeteneğini kullanmanın sınırlandırıldığı toplumumuzun geldiği noktayı yansıtmaktadır.
Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelen laiklik ilkesi, ekonomik ve kültürel ya da yaşam biçimleri açısından aradaki farkı kapatamayan ve kapatmak için çaba harcamayan toplumlarda içinin boşaltılması gibi bir tehlikeyle karşı karşıya kalır.
Mitingleri organize eden kuruluşlar ile bu mitinglere katılanların, meydanlara çıkma fırsatını, toplumda yeniden ciddi kutuplaşmalara yol açma tehlikesi taşıyan sloganlardan ziyade toplumu birleştirici, karar vericileri daha iyi, daha yaşanabilir bir Türkiye oluşturma konusunda zorlayıcı bir politikayı uygulamaları için kullanmalarında çok büyük yararlar var diye düşünüyorum.
Kutuplaşma nereye kadar?
Mitinglerdeki AB karşıtı sloganlar, örneğin, Türkiye'nin içine kapanması gibi tehlikeli bir gidişata yönelirse bu, yalnızca mitingi organize eden bazı derneklerin ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyecek, protestocular da kullanıldıkları ile kalacaklardır.
Zira toplumumuzda kendisini Kemalist diye tanıtan kimi dernek ve kişilerin temel amacı, aslında ileriyi görüp Türkiye'yi medeni bir ülke haline getirme yolunu gösteren Atatürk'ü araç olarak kullanıp, ayrıcalıklı zümre olma lüksünü sürdürmekten öteye gitmemektedir. Öyle olmasa mitingleri düzenlerken, toplumun iş, aş gibi hayati sorunlarına eğilinmesini sağlarlar, laik-dinci kutuplaşmayı körükleyici bir yaklaşım içine girilmesinden özenle kaçınılacak yaklaşıma öncülük ederlerdi.
Dolayısıyla endişe verici olan, protesto mitinglerinin bazı çıkar gruplarının aracı haline getirilmiş olduğu izlenimi vermesidir. Aksi takdirde, halkın toplumsal duyarlılıklarına özen gösterilmesi gereğinin ülkede laikliğin ve demokrasinin sağlanmasına önemli katkı yapacağı gerçeği mitinglerde temel bir sorun olarak işlenirdi.
Ancak her konuda karar vericilere alternatif öneriler getiren sivil toplum kuruluşlarının Türkiye'de halen düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasına paralel olarak gerçek anlamda var olmasına izin verilmemiştir. Durum böyle olunca da halka mitinglerde önayak olan kimi kuruluşların negatif etkileri, atılan kimi sloganlarda etkisini göstermektedir.
Toplumumuzda muhakeme etme yeteneğinin her askeri darbe sonrasında anayasa yoluyla sınırlandırılması, fikirlerin özgürce dile getirilmesi gibi toplumsal huzuru sağlamada önemli rol oynayan kriterlerin önüne set çekmiş ve ezbere dayalı eğitim sayesinde de karşı fikirlerin savunulması zaman zaman vatan hainliği ile eşdeğer bir kavram olarak karşımıza çıkartılmıştır. Oysaki, ülke kaynaklarını, biz vatandaşlar pahasına ve bizlerin sırtından kurutarak, ülkeyi sürekli dış borçla ayakta tutan, şeffaflıktan ve hesap vermekten korkan zihniyetler değil midir, vatana kötülük edenler?
Türk-İş Başkanı Salih Kılıç, 17 Mayıs tarihli konuşmasında, gençliğin önündeki en önemli sorunun işsizlik olduğunu vurguladı: "Türkiye'de genç nüfus yapısındaki işsizlik oranı yüzde 18, yüzde 4 eksik istihdamla beraber yüzde 22'leri bulmaktadır. Gençlerimizin en önemli sorunu olan işsizlik ve yoksulluğun giderilmesi, gelecek güvencesinin sağlanması konusunda hükümetlerle beraber işverenlere de büyük görevler düşmektedir."
Salih Kılıç'ın açıklamasından hareketle, şu gerçeği görmemiz gerekiyor: İş ve aşı olmayan; ama diğer yandan da geleceğin güvencesi olması gereken gençlere umut aşılamaz isek Malatya'daki hunharca katliam olayı ya da Hrant Dink'in katledilmesi gibi, gençlere tetiklerin çektirildiği olaylara daha çok tanık oluruz. Zaman, demokrasi için önemli bir araç olan laikliğin içinin boşaltılmasını önleyici eylemlere yönelme zamanıdır. Bunu da aşmanın en iyi yolu, ekonomik zorlukların hızla aşılması, zengin-fakir uçurumunun en aza indirilmesi, tarafların birbirlerini tolere edebilmeleri ve farklılıklara saygı duymaktan geçer. Yoksa çoğunluğun derin sıkıntılar içinde yaşaması umurlarında olmayan ayrıcalıklı zümrelerin ekmeğine yağ sürerek, kutuplaşmayı körükleyerek bir yerlere varamayız. Son durumda acı çekenler yine biz vatandaşlar olacağız.