Yazarın yeri midir kitap fuarları? Sanki öyle değildir. Katıldığım her kitap fuarında bu soru yeniden karşıma çıkıyor. Fuarlar, yayıncıların ve yazar menejerlerinin varlık alanıdır aslında. Röportajlarda karşıma çıkan şu soru ise hep sıkıyor beni: Kitaplarınız hangi dillere çevrildi? Bu soruya olumlu cevap verebilmek için gereken koşuşturmacaların, ilişki biçimlerinin, tanıtım kampanyalarının uzağındayım. Yazarın kendini yerli yerinde hissettiği alan, cümlelerini kurduğu, geliştirdiği masasının başıdır. Edebiyatın yeni dalgalar halinde canlanmasına izin veren ise, dergi ortamlarıdır. Yine de kitaplarının veya söylemlerinin göründüğü, dillendirildiği alanlara düşecektir yolu yazar kişinin, ister istemez. Frankfurt Kitap Fuarı'nda Türkiye onur konuğu bu sene, üstelik. Ekonomik krizin bu ülkedeki kitap satışlarını olumsuz yönde etkilediğini anlatan açıklamalara karşılık olabildiğince canlı, büyük, geniş kapsamlı bir fuarda bulunuyoruz. Salonlar arasındaki geçişkenlikleri çoğaltan yapı, mimar olarak da ilgimi çekiyor.

Birbirine bağlı farklı salonlarda kitap standlarını dolaşırken, zaman zaman uzun koridorlar aşarak, yürüyen merdivenlerden inip çıkarak etkinliklerin gerçekleştiği Forum binasına dönüyor ve bir röportaja katılıyorum. Bu röportajlardan birini gerçekleştirdiğim Alman gazeteci Jean-Baptiste Piggin, röportajımıza "pek çoklarının müslüman kadınların özgürleşmesinin, onların giyim-kuşamları konusunda özgürce karar vermekten geçtiğine inandığını ve benim bu konuda neler düşündüğümü" sorarak başladı. Fazlasıyla tanıdık soru bu: Müslüman kadınların istemeyerek örtündüğü, bir erkeğin baskısıyla örtündüğü, korunup gözetilen bir önyargıdır. Doğru, kadınların zorla örtünmesini talep eden ülkeler var; İran gibi. Fakat orada da zorla örtünmek istemeyen kadınlar, bunu bir şekilde gösteriyorlar zaten. Mesele şu ki kimi müslüman ülkelerde kadınlar başörtüsüne mecbur edilirken, kimilerinde de başörtüsü nedeniyle dar bir alanda varlık göstermeye, daha doğrusu görünmez kılınmaya zorlanıyorlar. Oysa, Boby Sayyid'in Fundamentalizm Korkusu isimli eserinde ifade etmiş olduğu gibi, bir platformda veya kürsüde müslüman kadınların hakları meselesi açıldığında, öncelikle –hatta sadece- onların 'zorla kapatılması' başlığı gündeme geliyor. Bunun nedeni ise, hakiki, ideal kadın imgesinin, Beyaz Batılı Erkek Özne modeli üzerinden geliştirilmiş Beyaz Batılı Kadın Özne halinde dayatılması değil midir...

Konuşma daha sonra benim yazarlık macerama kaydı ve o şekilde gelişti. Yine de röportajın bitiminde Piggin'in zihninin, müslüman bir kadının kendi isteğiyle örtünmesi konusunda kuşkularla dolu olduğunu gördüm. Bu köklü önyargıyı mütercimimiz Deniz Hanım, Almanya'ya gelen ilk kuşaktan kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilerin Alman toplumu üzerinde bıraktığı izlerin hâlâ sürüyor olmasına bağladı.

Türk kadını sıradan bir Alman'ın gözünde hâlâ başörtüsüyle cahilliği bütünleşen ezik bir varlık. Dil kurslarına ilgi göstermiyorlar, açılan dil kurslarını sonuna kadar takip eden kadın sayısı sınırlı. Deniz Hanım bunun nedeninin gurbet elde ağırlaşan aile düzeni bağlamındaki sorumluluklara gömülme durumu yanında, Türk kadınlarında var olan bir iç rahatlığına da bağlıyor. Kadınlar çocuklarını bahane gösteremezler, kursa gitme konusunda. Kurslar kreşli olarak açılıyor çünkü.

Deniz Hanım, bu konuda görüş belirten pek çok aydının aksine, Türk ailelerinin gettolaşmasının doğal olduğunu düşünüyor. Kendisine evlerinin kapılarını mütebessim bir yüzle açmakta bir hayli müşkülpesent davranan bir toplumda, bu yolla dayanışmaya ihtiyacı var Türk insanının.

Bu nedenle de kendi toprakları üzerinde yaşayan Türklerle Almanların hakiki anlamda karşılaşabileceği alanların geliştirilmesi hedefinden söz ediyor, fuarın açılışına katılan Alman siyasetçiler. Dışişleri Bakanı Steinmeier, Türkiye'nin "kültürler arası bir köprü" olmasını ümit ettiğinin altını çiziyor; İran'ı da içine alacak kadar geniş ve etkili bir çevrede, sağlam yapısını korumayı sürdüren "güvenilir bir köprü". Steinmeier'ın sıklıkla göndermede bulunduğu Aydınlanma veya Avrupa değerleri, Mostar köprüsü bombalanırken pek de işe yaramamıştı, lakin... Yıkılan sadece tarihi bir köprü değil, Aydınlanma değerleri de oldu, Bosna'da. Kriz zamanlarında ırkçılığın yükselişinin olağan olduğundan söz etmeye başladı filozoflar. Günter Grass gençliğinde nazi kamplarında eğitim gördüğünü açıkladığı için sorgulama ve dışlanmalara maruz kalıyor şimdilerde. Gençlik günleriyle ilgili açıklamasından çok önce yazdığı Kafadan Doğumlar'ında, ironik bir dille yankılanıp durur o kaygı, Grass'ın: Yakın bir tarihte Çinliler (Türkler) hakim olacak dünyaya!

Üstelik Türkler, Çinliler gibi açık seçik belli etmeyebilerek ülke içinde yayılma gösteriyorlar. Genç mihmandarım, Ankara doğumlu Fadime, 2 yaşında geldiği Türkiye'ye geri dönmeyi hiç düşünmediğini söyledi. "Her şeye rağmen!" Deri ticaretiyle iştigal eden Doğan da geri dönmeyi istemiyor, yazılı kültüre katılmaya aday bir Türk olarak yaşamaya çalışıyor Almanya'da. Kitap Fuarı'nda Türkiye'nin onur konuğu olması, genç Türkler için olağanüstü bir taltif. Bu fuarın şiarı, iki ülke arasında kitaptan köprülerin kurulabilmesi, olabildiğince.

Kültürler arasında köprü olmak ya da kelimelerden bir köprü kurmak, "Bütün Renkleriyle Türkiye" başlığıyla fuarın onur konuğu olan Türkiye'li çağdaş yazarlara biçilen bir misyon. Türkiye'nin bu fuara bütün renkleriyle katılıp katılmadığı ise incelemeye değer öneme haiz bir soru. Gözlerimin standlarda, duvar resimlerinde ve broşürlerde arayıp da bulamadığı sayısız yazar, sayısız kültür neferi var. Dolayısıyla bu fuar kanalıyla kurulması umulan hatta kurulmakta olan köprünün malzemesi yeteri kadar sağlam olmayabilir.

Bir konuşmacı Pamuk'un eserlerini, 'akıl ve duygunun bileşimi' olarak tasvir etti. Bu tasvir de bir tür köprü temsiline vurguda bulunuyor. Akıl 'Batı'yı, duygu ise, "Müslüman Doğu"yu mu temsil ediyor?... Yeniden oryantalist metinlere dönüyoruz işte!

Yazarın yeri değil midir fuarlar? Tam olarak, değildir. Yine de bu fuar, 'gurbetçi' ya da 'öğrenci gurbetçi' kitapsever dostların yanı sıra, eserleriyle tanıştığım halde şahsen tanışma fırsatı bulamadığım yazarlarla karşılaşma zemini olarak da ilgi çekici geliyor bana. Fuarın bir köşesinde sizi hiç tanımadığınız bir yazarın portresinin hemen yanında aşina bir yüz karşılıyor. Nazan Bekiroğlu, bir gazete fotoğrafı karesinden çıkarak gülümsüyor karşımda. Sevgili Nazan'la bütün sohbet girişimlerimiz, yeni selamlaşmalarla yarıda kesiliyor ne yazık ki...

"Yazarlar" kategorisinin organizasyon birimlerinin en azından biri tarafından maruz kaldığı yoksunluk nedeniyle, bu kategoride bulunan Prof. Hüsrev Hatemi ve öykü yazarı Ayşe Kilimci ile kader birliği yaptık bir süre. Açılış programı öncesinde güçlükle girebildiğimiz salonda sunulan tatsız Alman simiti, öğle yemeğinin yerini tutamadı. Akşam yemeğini ise, Yunus Emre Oratoryosunu kaçırmama kaygısıyla, kitap dostu gurbetçi bir vatandaşımızın ikramı bir şişe soda ile Kilimci'nin sunduğu bir elmayla geçiştirdim.

Halloween (Cadılar Bayramı) zamanı, Kasım'da, her yerde aksesuar olarak rengarenk, irili ufaklı kabaklar görünür Frankfurt'ta. Şimdi ise elma hasatı zamanı. Gittiğimiz her yerde elma hem yerinde bir ikram, hem de güzel bir aksesuar olarak karşımıza çıkıyor.

Frankfurt'a ilk gidişimde aylardan Kasım'dı. Main ırmağı üzerindeki köprülerde yürümeyi çok istemiş, fakat katıldığım programın hızlı akışı nedeniyle bu hayalimi gerçekleştirememiştim. Bir koşturma ile görmüştüm Goethe'nin evini. İkinci Dünya Savaşı'nda uğradığı tahribatın ardından kendini yenilemeye mecbur kalmış bir şehir Frankfurt. Bu nedenle de tarihi yapıları seyrek olsalar bile, özenle korunmuşlar. Metro girişi civarında karşımıza çıkan eski taş binalardan biri olabilir pekala, Heidi'nin Alp Dağlarını görebilme umuduyla damına tırmandığı bina. Gökdelenlerden birinin tepelerine çıksam, Alp dağlarını görebilir miyim?...

Kitaptan köprüler kurulurken bir yanda, gece yarısı şair Halime Seher Çevik ve eşiyle birlikte yağmurda ıslanmaya bakmadan Main köprülerinde dolaşıyoruz. Halime Seher, Dergah ve Fayrap'ta yayınlanan şiirleri üzerine konuşuyor. Avrupa'ya yolu düştü düşeli daha az şiir yazar olmuş. İklim değişikliğinin getirdiği bir baskı duyuyor üzerinde, şiir yazarken ve alabildiğine kısıtlamış bulunuyor çalışmalarını. Bir biriktirme süreci geçirdiği açık. Ruhu sıkıldığında işte bu köprülere koşuyor, türlü şekillerle canlı heykeller halinde karşımıza çıkan çınar ağaçlarının çevrelediği Main üzerinde bir gerdanlık gibi uzanan köprülerde dolaşıyor. Eiserner Steg köprüsünün ortalarında panelist arkadaşım Handan Çağlayan'la karşılaşıyor ve yürüyüşümüzü birlikte sürdürüyoruz. Köprüyü aştığınızda, Alman hükümdarlarının tahta geçtiği tarihi Römer Meydanı'na ulaşacaktır yolunuz. Yağmur hızlanıyor, bu nedenle yürüyüşümüzü noktalıyoruz ister istemez. Yine de bitmiş olmuyor gece. Otele döndüğümüzde, lobide Rasim Özdenören'in Jung ile Freud'u kıyasladığı bir sohbete katılıyoruz. Rasim Bey ile sohbet sırasında her zaman vakit akıp gider; yine öyle oldu. Bodrum katı koridoru yoluyla geçilen caddenin karşı tarafındaki otel binasındaki odama ulaştığımda, saat gecenin ikisini bulmuştu.

Frankfurt dönüşü uçakta yanımda oturan mimar çift, Goethe Enstitüsü tarafından Ankara'da düzenlenecek bir mimarlık kongresine gidiyorlardı. Goethe, divanıyla olsun, diğer eserleriyle olsun, eskimeyen, yıkılmayan bir köprü gibi, Doğu ile Batı arasında... Müslüman olduğuna dair söylentiler var. Ünlü Avrupalılar bağlamında bu söylentiler bazen birer hakikat olarak karşınıza çıkıyor. Hollanda'da, müslüman olduğu halde bunu gizlemeyi tercih eden (bir zamanlar Hippi olan) bir bilim adamı tanımıştım. Bütün Avrupalı halklar arasında Alman aydınlar, İslam dinine eğilimleriyle seçiliyor. Fuarda bir ara uğradığım İran standında, müslüman olduğu halde bunu gizleme zorunluluğu duyan Alman bir profesörle tanıştım.

Müslüman olan Alman bilim adamları, neden bu seçimlerini gizleme gereğini duymaktalar? "Eşitlik, özgürlük ve benzeri Aydınlanma değerleri Türkiye gibi köklü gelenekleri olan ülkeler için bir hedef olmayı sürdürecek mi, yoksa korkuya yenik mi düşeceğiz?" diye sormuştu ya Almanya Dışişleri Bakanı Steinmeier, fuarın açılış konuşmasında... İnsanların din değiştirme özgürlüğünü tehdit eden bir endişe bu ülkede, Aydınlanma değerlerinin yakın tarihte yaşandığı gibi yeniden yıkıma uğramasından duyulan, hiç azalmamış fakat güçlükle dile getirilebilir bir korku heyulasının varlığı nedeniyle, azalmak durulmak bilmiyor sanki.