İsrail’in Gazze’de giriştiği kıyım ve yaşanan insanlık dışı manzaralar karşısında üzüntü duymamak yüreği olan hiçkimse için herhalde mümkün değil. Gazetelere, televizyonlara yansıyan görüntülere, sosyal medyadan adeta yağan fotoğraflara bakarken hepimizin yüreği burkuluyor, zaman zaman hıçkırıklara boğuluyoruz. Tepkimizi duyurmak için eylemlere katılmamız, sosyal medyada başlatılan kampanyalarda yer almamız, yaşananları ortaya koyan fotoğrafları paylaşmamız, izlediğimiz görüntüler karşısında İsrail’i tel’in edişimiz hep bu insanlık durumu ile ilgili. Ancak pek çoğumuzun teslim edeceği bir gerçek var ki eylemlerimiz arzu ettiğimiz sonuçları almaktan çok uzakta, tepkilerimiz ise anlık. Bu durum Filistin konusunda kapsamlı bir tefekür ihtiyacının kendini hissettirmesi sonucu ile bizi karşı karşıya getiriyor.
Türkiye’de ve genel olarak İslam coğrafyasında Filistin başlığı son yıllara dek ulusal sınırlar dışında ve ancak ‘dış politika ile ilgili’ bir mesele olarak ele alınageldi. Filistin’in ortak bir tarihi ve kültürel coğrafyanın parçası olduğu ve Filistin’in kaderi ile İslam coğrafyasının diğer ünitelerinin kaderlerinin ortaklığı bir biçimde kitlelerin dikkatinden adeta uzak tutulmaya çalışıldı. Bu çaba büyük oranda başarılı oldu. Bugün İslam dünyasından yükselen seslerin büyük kısmı Filistin davasını yürek yakan bir insani mesele olarak görüyor. Hatıra geldiğinde ve imkanlar ölçüsünde verilen tepkilerin kalkış noktası büyük oranda hümanist ve flantrofist hassasiyetler. Öte yandan İslam dünyasında Filistin davasını, siyasi bir dava olarak gören ve bu meselede taraf olunmasının milli çıkarlarımıza zarar verdiğini öne süren hatırı sayılır bir kitle mevcut. Bugüne dek Batı yanlısı ve seküler zümreler tarafından temsil edilen bu görüşün, İslam dairesi içinde olduğunu iddia eden bir kesim tarafından da sahiplenildiği bir döneme şahitlik ediyoruz. “Filistin davası siyasi bir davadır ve dinimizi zehirlemektedir” diyerek Filistin davası ile düşünsel ve vicdani bir mesafe oluşturulmaya çalışılıyor. Söz konusu iki kampın da bu meselede kullandıkları ortak strateji, Filistin davasını ‘destek oluncak davalar hiyerarşisi’ içerisinde alt sıralara ittirme gayreti olarak ortaya çıkıyor. Bu gayret, Filistin’e destek veren Türkiye’nin, aslında dış kapının dış mandalı kadar önemli bir meseleye, sırf şov yapmak ve popülizm adına prim verdiği argümanı ile yola çıkıyor.
Oysa bugün dünyada yaşayan tüm Müslümanların kaderi Filistin’de yaşayan Müslümanların kaderi etrafında şekilleniyor. Benjamin Netanyahu’nun ‘Kudüs Yahudilerindir ve sonsuza dek Yahudilerin egemenliği altında kalacaktır’ sözleri ile ifade ettiği üzere, 1967’de Doğu Kudüs’ü işgal eden İsrail’in, Kudüs’ün tamamını ele geçirmek ve başkentini Kudüs olarak ilan etmek istediği biliniyor. Başkentini Kudüs olarak ilan eden bir İsrail’in burada durmayacağı, vaad edilmiş topraklar olarak gördüğü coğrafyayı bir biçimde tahakkümü altına almak isteyeceği de neredeyse malumu ilam anlamına geliyor. Bu da Filistin dışında çok daha geniş bir coğrafyanın savaş, kaos ve işgal ihtimali ile karşı karşıya kalması anlamına geliyor. Kendi iç çatışmaları ile kıvranan İslam coğrafyasının, bu türden bir kaos ortamında siyaseten bütünüyle zayıflayacağını kestirmek ise zor görünmüyor. Böylesi büyük problemlerle karşı karşıya gelecek bir Müslüman topluluğun, bırakın Çin’de yaşayan Uygur Türkleri’nin, “Güney Asya’nın Filistini” olarak anılan Patani’deki Müslümanların, Irak’taki Türkmenlerin, Batı dünyasında yaşayan ve İslamofobi tehlikesi ile karşı karşıya olan Müslümanların kaderi ile ilgilenebilmesi, kendi kaderi üzerinde söz söyleyebilmesi bile ihtimal dışı görünüyor.
Hal böyleyken, Türkiye’nin bu meselede oynamaya çalıştığı rolün son derece anlamlı bir zemine karşılık geldiğinin teslim edilmesi gerekiyor. Bununla birlikte bu meselede idarecilerle yük paylaşımına gidilmesi ve İslam toplumu olarak yeni bir bilinç durumunun hayata geçirilmesi elzem görünüyor. Zira balinaları kurtarmak için örgütlenen insanların akın akın sahillere koşup, o cesametli hayvanları tekrar denize sokmaya çalışmalarının yanında, İslam dünyasından yükselen sesler son derece cılız kalıyor. Sosyal medya üzerinden yürütülen kampanyalar, sokak eylemleri, imza kampanyaları şüphesiz belli bir boşluğu dolduruyor. Ne var ki, bu teyakkuz halinin İsrail’in Gazze saldırılarını sonlandırması ile aylar, belki haftalar içinde ortadan kalkacağını ve yerini derin bir sessizliğe bırakacağını tahmin etmek zor görünmüyor. İsrail’in eylemlerindeki fütursuzluğu yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’nden ve bazı Avrupa ülkelerinden aldığı destekle açıklamak tam da bu nedenle eksik görünüyor. İslam dünyasından gelecek tepkileri minimize etmeyi hesaplayan İsrail’in son saldırısını Ramazan ayında gerçekleştirerek sokak gösterileri tarzındaki tepkileri asgariye indirmeyi hesaplamış olması muhtemel görünüyor. Bugüne kadarki gelişmelerden tepkilerin geçici olacağına ve bozulan imajın bir biçimde düzletileceğine dair İsrailli yöneticilerin elinde yeterli delil bulunuyor.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, İslam dünyasında İsrail karşısında yükselen tepkilerin adeta bir bayrak yarışı anlayışı ile kesintisiz ve mümkün olan her platformda sürdürülmesinin, daha fazla sayıda sivil toplum kuruluşu tarafından temsil edilmesinin ve kurumsallaşmasının gerekliliği ortaya çıkıyor. Siyasi bir davadır denilerek hor görülen ve adeta hiyerarşik bir anlayışla listenin altına ittirilmeye çalışılan Filistin davasının, İslam dünyasının ortak davası ve her Müslüman bireyin şahsi davası olduğunu yeniden hatırlamamız, yanmakta olanın iki sokak ötedeki komşumuzun evi değil, kendi evimiz olduğunun farkına varmamız gerekiyor.
Cahit Zarifoğlu ile bitirelim: “Başını eğmiş zalimleri dinlersin/ Dersin ‘lokmam ellerinde’/ Filistin bir sınav kağıdı/ Her mümin kulun önünde…”