Fener Rum Patrikhanesi'nin ekümeniklik iddiasının Türkiye tarafından kabul edilmesi mevzusu epeyce zamandır tartışılıyordu. Şimdi, Dışişleri Bakanı Babacan, bu konuda bir açılım hamlesi yapmış, "Ekümenikliğe biraz farklı bakmalıyız" demiş. 'Nasıl ve ne kadar farklı?' bakmak gerektiğini düşünüyor bilemiyorum. Tabii ne kadar düşünerek konuşuyor onu da bilemiyorum.
Babacan, sonra, 'Aslında ekümeniklik konusu Hıristiyan-Ortodoks dünyanın iç sorunudur' açıklaması yapmış. Bu görüş de epeyce zamandır dillendirilen bir yaklaşım, ama şimdi, Dışişleri Bakanlığı'nın bu görüşü benimsemesi işe daha ciddi bir boyut kazandırıyor. Önce bir noktaya açıklık getirelim; hayır, bu Hıristiyan dünyanın iç meselesi falan değildir, sadece dini bir mesele hiç değildir. İmana ilişkin felsefi yaklaşımlar ve ibadete ilişkin detaylar dışında, hele işin içinde kurumsal boyut olan hiçbir mesele sadece dini mesele değildir. Ne Ortodoksluğun Katoliklikle farklılıklarından, ne hangi yortunun nasıl kutlanacağından bahsediyoruz, siyasi anlamı ve sonuçları olan kurumsal bir tanımlamadan bahsediyoruz.

Fener Rum Patrikhanesi'nin Türkiye nezdinde tanımı, sıkça ve haklı olarak hatırlatıldığı gibi, Lozan Anlaşması ile belirlenmiş bir konudur. Bu konuda yapılacak değişiklik, Lozan Barış Anlaşması'nın yeniden değerlendirilmesi olur. Bunu yapalım deniyorsa açıkça ifade edilmesinde fayda var. İşi dine diyanete kaydırarak halletmeye çalışmanın ne anlamı, ne de imkânı olabilir. Babacan, bu konuya 'tabu' olarak bakmamak gerekir demiş. Bu konu 'tabu' kapsamına girmez. Lozan, bu ülkenin kurucu anlaşmasıdır, dokunulmazlığı tabu olmasından değil, bu noktadadır ve de bu ayrımı en iyi bilmesi gereken makamlardan biri Dışişleri Bakanlığıdır.

Ne acıdır ki, konu bu kadar net ve açık olmakla birlikte, pek çok yazar-çizer tarafından da, din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde değerlendirilip, bu çerçevede tartışılıyor. Oysa, Türkiye'de yaşayan Ortodoksların din ve vicdan hürriyetleriyle bu konunun hiçbir alakası yok. Rum vatandaşı hiçbir şekilde eşit görmeyen, Rum vatandaşın ibadet ederken kanunen serbest olsa da, toplumsal baskı altında tedirgin olduğu, en ufak bir gerginlikte 6-7 Eylül'ü hatırlamaktan kurtulamadığı bir ülke olmaktan çıkmayı istemek başka, Fener Rum Partikhanesi'nin siyasal iktidar mücadelesine destek vermek başka. Bir ülkenin okumuş yazmışlarının bu kadar basit bir ayrımı görmezden gelmesini, Patrik'in ekümeniklik iddiasına arka çıkmayı demokratlık saymasını, 'üçüncü dünya demokratlığı'na yormak dışında hiçbir şeklide anlamak mümkün değil.
'Üçüncü dünya demokratlığı' teriminden birçok arkadaşımın rahatsız olduğunu biliyorum. 'Üçüncü dünya' diye bir tabir zaten tedavülden kalktı ve iyi ki de kalktı. Benim 'üçüncü dünya'dan kastettiğim eski sömürge ülkelerinin ezik aydınları ile bizim gibi, kendine, üstün addettikleri Batı'nın gözünden bakıp, kompleks içinde, 'Batılılar bir şey diyorsa vardır bir bildikleri, aksini söylemek taşralılık olur' diye düşünmeye alışmış bir zihniyetin devamı. Bu bakışla, işin içinde bir 'azınlık' konusu olunca, anlayıp dinlemeden desteklemeyi demokratlık saymanın başka bir izahı var mı?

Tüm bunları söylediğim için ulusalcı-devletçi takımına yakınlıkla suçlanacağımı biliyorum. Bu ülkedeki baskıların en az dillendirilmiş olanı, aydın kesimin cemaat baskısıdır. Yok, bunca insanın yaşadığı onca baskının içinde mağduriyetinden şikâyet etmeye değecek bir şey değildir, ama berbat bir şeydir. Ama bununla karşı karşıya gelmeyi göze almadan bir şeyler söylemeye çalışmak bana öteden beri ve artarak daha katlanılmaz geliyor. Bu maskeli balodan, istedikleri kadar ve istedikleri sürece beni mazur görsünler.

Kaynak: Radikal