Batı öldü, yaşasın Batı. Barack Obama’nın bugüne kadarki Avrupa seyahatinin (ve Westminster Hall’daki konuşmasının) mesajını bu şekilde özetleyebiliriz. Konuşmada, ancak Obama’nın üretebileceği retorik bir an vardı. Gerek Amerika gerek Britanya toplumunun gücünün iyi kaynaşmış bir çeşitlilik olduğuna dair şık bir pasajın doruğuna ulaştığı andı bu: ‘Britanya ordusunda aşçı olarak görev yapan bir Kenyalının torununun’ şu an ‘önümüzde ABD Başkanı olarak arzı endam edebilmesi’nin sebebi, tam da o çeşitlilikti. Bu sözler, konuşmayı dinlemek için toplanmış Britanyalı parlamenterlerden ilk ve tek spontane alkışı aldı.

Ancak bu iyi hazırlanmış konuşmanın büyük kısmı, son yarım asırdaki birçok ABD başkanı tarafından da yapılabilirdi: Magna Carta ve Normandiya Çıkarması’na atıflar; İngilizlerin ve Amerikalıların özgürlük mücadelesiyle geçen bir asırlık efsanevi ortak tarihi; ‘insanlık tarihinin en başarılı ittifakı’ mahiyetinde NATO’ya bir methiye (fakat AB’ye öyle geçerken tek bir atıf); Winston Churchill’den mecburi bir alıntı. Konuşma boyunca Britanya’nın 1945’ten bu yana takıntı haline getirdiği bir meselede, baştan çıkarıcı bir pohpohlama da ihmal edilmedi: Ortak ‘liderlik’ laytmotifiydi bu. Britanya ve ABD, sürekli olarak bir arada zikredildi, sanki eşit ortaklarmış gibi. Ve bu esnada en ön sıradaki Tony Blair otuz iki dişiyle sırıtıyordu.
Konuşma nasılsa, seyahatin bütünü de öyleydi. Bu noktada ancak bir Ronald Reagan veya bir John F. Kennedy bu kadar iyi iş çıkarabilirdi –tek fark, nihai durağın vaktiyle bir Sovyet uydusu olan, şimdiyse sıkı bir ABD müttefiki olan Polonya olmasıydı. Düşmanlar ve tehditler değişmiş olabilir, fakat dostlar ve ritüeller çarpıcı biçimde hâlâ aynı.

Britanya’nın elindeki kart
İrlanda, Moneygall’da Guinness bardağını dikerken, taze Keltleşen O’Bama 30 milyon İrlandalı-Amerikalı seçmene kur yapıyordu. Londra’da geleneksel Britanya-Amerika aşkı, Kraliçe, silah atışları, canayakınlık ve bildik abartılı övgü furyasıyla teyit edildi: Britanya-ABD ilişkisine yakıştırılan sıfatlar özel, vazgeçilmez tarihiydi. Kapalı kapılar ardında konuşulanlarsa, her zaman olduğu gibi askeri ve mali yük paylaşımıydı. Ardından mevzu Fransa’ya ve hepsi arasında en eski moda merasime, yani G-8 toplantısına geldi.
Başkan, eski müttefikleri, müesses ortakları ve paylaşılan değerleri işliyor. Bununla ilgili söylenecek bir şeyler var. Obama son iki buçuk yılda, eski müttefiklerle ortaklığı, iktidara ilk gelişinde olduğundan daha fazla övmeyi öğrenmiş. Eldeki bir kuş, çalıya tünemiş iki kuştan iyidir. Mesele, Obama’nın İslamcı terörizmle mücadelede kritik önemde olduğunu söylediği Pakistan’a geldiğinde, Britanya’nın gerçekten de eşi bulunmaz bir uzmanlığı ve bağlantıları var. Bu Britanya hükümeti de selefi gibi, bu kartı başarıyla oynuyor.

Post-Batılı bir dünya için...
Obama, Westminster’da bizim (yani ABD, Britanya ve daha genel anlamda Batı’nın) ‘büyük ölçüde kendi mamulümüz olan küresel bir ekonomide yaşadığımızı’ söyledi. Tarihsel açıdan konuşursak bu doğru. Ayrıca ‘küresel eylem bakımından hâlâ en büyük katalizör olduğumuzu’ da söyledi. Bu hâlâ doğru olabilir, tabii eğer bu sözlerden koordineli, işbirliğine dayalı küresel eylemi anlıyorsanız. Fakat şu da doğru: Kendi amaçları ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden Batılı olmayan güçler, dünya siyasetinin gündemini giderek daha fazla şekillendiriyor. Özgürlük ve insan onuruna duyulan hasretin, ‘İngiliz veya Amerikalı ya da Batılı değil, evrensel’ olduğuna dair önemli sözlerin ötesinde, Westminster konuşmasının zamanımızın bu merkezi gelişmesine dair pek az şey içermesi hayal kırıklığı yarattı.

Bütün mevcut eğilimler tersine çevrilmedikçe, 21. asırda giderek post-Batılı bir dünyaya tanık olunacak. Çin, Hindistan ve Brezilya, ABD açısından er geç Britanya, Fransa ve Almanya’dan hem daha güçlü hem daha önemli olacak. Amerikalı ve Avrupalı devlet adamlarının görevi, diriltilen, bir şekilde genişletilen eski Batı’yı (ben buna post-Batı diyorum) daha geniş bir uluslararası düzen çerçevesinde inşa etmek. BM’nin yarısı kendi ailesinde olan Obama’ya bilhassa çok uygun bir görev bu. Birkaç yıl önce iddia ettiğim üzere, hedefimiz belgili sıfattan belgisiz sıfata; Soğuk Savaş Batı’sı anlamına gelen ‘özgür dünya’dan, özgür bir dünya idealine geçmek olmalı.
Bu dönüşüm için elimizde bulunan pek az kurumsal yapı taşından biri, yükseliş halinde olan ve küresel mali krizde ne olduğunun daha bir farkına varan Batılı olmayan büyük güçleri de içeren G-20 grubu. Fakat Obama ve Cameron, G-20 toplantısına gitmek yerine G-8 toplantısı için Deauville’e doğru yola çıkıyorlar. Obama, bunun ardından tekrar Fransa’ya, Kasım başında yine Fransa’nın ev sahipliği yapacağı G-20 toplantısı için Cannes’a gelmek zorunda kalacak.

Bu da tekrar cumhurbaşkanı seçilmeye can atan Nicolas Sarkozy’nin üzerine parlak ışıkların çevrilmesi anlamına geliyor; bunun dışında bu ziyaretin bir manası yok. G-8 eski, Soğuk Savaş Batı’sının anakronik bir kalıntısı. Kökleri, 1970’lerde yeni kalkınmış Batı ekonomisinin maliye bakanlarının ve ulusal liderlerinin toplantılarına uzanıyor. 1990’larda, yani Avrasya’nın yaşlı adamının genişlemiş bir Batı’nın parçası haline geleceği sanılan bir dönemde bunlara Rusya da eklendi. Eğer bugün G-8 var olmasaydı, kimse böyle bir kurum icat etmeyi düşünmezdi. G-8’in esas işi, yani küresel ekonomiyi yönetmek, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi önde gelen ülkeler masada olmadıkça doğru düzgün tartışılamaz.
Deauville toplantısının gündemine baktım ve bunun muazzam bir zaman ve para israfı olduğuna daha da çok ikna oldum. Sadece güvenlik önlemlerine harcanan parayla (12 binden fazla polis, jandarma ve asker görev yapacak), Tunus demokrasisinin sağlamlaştırılmasına önemli katkı yapılabilirdi. Yetkililerin ‘şerpalar’ diye bilinen ve Fransızların harikulade biçimde ‘aşağı şerpalar’ dediği hazırlık toplantılarıyla bütün bu sirk, Kasım’daki G-20 toplantısının öncesinde durmadan tekrarlanacak.

G-20, daha uygun bir grup
G-20’nin de doğru düzgün işlediği sanılmasın. Fakat G-20, 21. asrın ekonomik, siyasi ve kültürel gerçeklerine çok daha uygun bir gruplaşma. Batı veya post-Batı liderliğinin bütün çabaları, onun daha iyi işler hale getirilmesine hasredilmeli. En iyi başlangıç noktasıysa, G-8’i lağvetmek olacaktır ve Obama çok geçmeden tam da bunu yapma fırsatını elde edecek. Gelecek yıl ABD’nin G-8’e, Meksika’nınsa G-20’ye ev sahipliği yapması düşünülüyor. Obama, G-8’i tek bir G-20 toplantısına dönüştürmek konusunda diğer G-8 üyeleri ve Meksika’yla özel olarak görüşüp anlaşmalı. Bunun ardından bütün çabalar, G-20’yi bugün olduğundan daha ciddi ve etkili hale getirmeye yoğunlaştırılabilir.
Faydasız bir komiteyi ve kurumu kim lağvederse, ona madalya takılmalı ve bu kocaman bir madalya, bir tür ‘Küresel Şeref Madalyası’ olmalı. Daha genel anlamda bu Amerikan başkanı, Soğuk Savaş’ın miadı dolmuş ‘özgür dünyanın lideri’ kavramını aşıp ‘özgür bir dünyaya doğru yönelimin lideri’ olmak açısından, kendisinden öncekilerin hepsinden daha uygun bir konumda. Her şeyin bir vakti, her işe uygun biri vardır. İçinde bulunduğumuz durumda her ikisine de sahibiz. Geriye onları bir araya getirmek kalıyor.

 Kaynak: Radikal