Koca bir imparatorluğun vârisleriyiz, kimsenin akıl sır erdiremediği bir dirilişle devrim yapmış ve laik-sosyal temelli Cumhuriyeti kurmuşuz, hâlâ ne bu ülkede yaşanan İslam olgusunun ne düşünsel/sosyal gelişmenin ne de bu toprakların farklılığının ayrımındayız.

80'li yıllardan itibaren hayatımıza ufak ufak girmeye başlayan ve 90'ların ortasında Erbakan hükümeti dönemiyle birlikte 'sorun'a dönüşen, sonra susturulunca durulur gibi olan (ama elbette durulmayan) tesettür meselesi çeşitli boyutlarıyla gündemi hâlâ meşgul etmeyi sürdürüyor.

Bu ülkede yaşayan bir kadın olarak Ayşe Arman'ın Şerif Mardin ile yaptığı söyleşideki şu cümleleri, bu konuda yazma isteğimi harekete geçiriyor: "Sizi rahatsız eden bir şeyi, zamanı gelince söyleyeceksiniz, 'Bu beni rahatsız ediyor' diyeceksiniz. Ama öbür taraf da söyleyecek. Tüm bunlar da demokratik bir çabanın, bir mücadelenin parçası olacak..." Evet, bu konu, bu konunun işleniş tarzı, yaşananlar, yaşatılanlar, yazılanlar beni fazlasıyla rahatsız ediyor...

1996 yılında, Erbakan'ın başbakanlığı (hatırlarsak, DYP-Refah koalisyonu) döneminde bir haftalık haber dergisinde çalışıyordum ve o dönemde gündem neredeyse her gün ateş hattı gibiydi. Dış siyaset, iç siyaset, PKK sorunu her şey adeta ip üstünde ilerliyor, Erbakan'ın Versace eşarbını tartışıyor, pahalı iftar yemeklerini konu ediniyor, üstüne üstlük Susurluk skandalıyla tanışıyorduk. Yani tuhaf tartışmaların içinde debelenip duruyorduk ama tüm bunlar o güne kadar bize yansımayan bizim gerçeğimizdi. Aynen bugün ve dün olduğu gibi... İşte o günlerde 'din haberleri editörlüğü' görevi verildi bana, 'irtica' korkusu hortlamıştı, ne olduğu pek de bilinmeyen şeriat gündemimizdeydi. Ben de işimi ciddiye alarak ve 'dersimi' elimden geldiğince çalışarak pek çok röportaj yaptım; İslami kesimin feminist yazarlarından Emine Şenlikoğlu'ndan geçtiğimiz dönem Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış olan Prof. Mehmet Aydın'a, o zamanlar Muğla Üniv. Rektörü olan Prof. Ethem Ruhi Fığlalı'dan ünlü Fransız yazar Roger Garaudy'e, Yaşar Nuri Öztürk'ten South Florida Dini Araştırmalar Bölümü'nden Prof. Tamara Sonn'a ve daha pek çoklarına. Bunların arasında o zamanlar üniversiteye sokulmayan tesettürlü kızlar da vardı; tıp gibi son derece zor bölümlere girmeyi başarmış ama okumaları engellenen öğrencilerle (tabii ki başka bölümlerde okuyanlar da vardı) yapılmış bu röportajlar o zamanlar derginin sayfalarında yer almadı. Oysa İslam'dan korkmadan, insanlığa yardım vs vs pek çok konuyu hadis ve Kur'an'dan ayetler çerçevesinde yapılmış röportajlardı bunlar. Kızların başı örtülü olduğu, görsel olarak hoşa gitmediği, korkulduğu, yer vermenin onlardan yana olmayı düşündüreceği ve doğru olmadığına inanıldığı için dergide yer bulmadılar. Hatta ateşli savunmalarım, anlama çabalarım, tartışma zeminin kaygan olmasından ötürü benim yakında kapanacağım inancına/esprisine kadar vardı. Bu arada o günleri kimseyi suçlamak için değil yaşananları, korkuları aktarırsak olayları/kendimizi daha açık görebiliriz diye not düşüyorum.

Artık şu çok açık: O zamanlardan bugüne bilmediğimiz bir siyasi ortama girdik. Gündemimizde olmayan örtünme bir siyasi sembol olarak karşımıza çıkarıldı ve sanki bu topraklarda bugüne kadar başka bir dine inanılıyormuş gibi İslam dini şekil değiştirerek önümüze sunuldu. Ve biz bugün toplum olarak korkar olduk... İran, Malezya modeli İslami bir ülke olmaktan, şeriatla yönetilmekten, bütün kadınların bir gün tesettüre girmek zorunda bırakılacağından vb... İlginçtir, karşılaştırdığımız örneklerin bu ülkenin tarihiyle ve kültürüyle alakası yok, kafa karıştırıcı olmaktan öteye gitmiyor... Bu arada Malezya tartışmalarında takılmış kalanlara 7 Ekim Pazar günü Radikal 2'de çıkmış Dilek Başer'in yazısını okumanızı tavsiye ederim, ne ilginçtir ki dört yıl burada yaşamış bir kadın yazar bize bu defa olan biteni anlatırken bambaşka bir Malezya ile karşılaşıyoruz.

Çoğu kişi farkında değil ama Türklerin İslamiyeti kabul etmelerinde en önemli yeri tutan sufi dervişlerle yoğrulmuş topraklarda yaşıyoruz. Yöneticilerin de halkın da tasavvufla yoğrulmuş bir İslamiyeti uyguladığı, İslamiyetin bugünkünden çok farklı bir biçimde, tasavvuf ve tarikatlar aracılığıyla yayıldığı bir yer burası. Tarikat deyince hemen bazıları korkuya kapılmasın, bugünkünden çok farklı ve yüzyıllar içinde değişim gösteren, o dönemler için çok olağan, içinde pek çok faydayı barındıran yapılar söz konusu. Osmanlı devletinin kuruluşunda bile bu tasavvuf kültürünün yoğun etkisiyle Anadolu kısa sürede sufiler ve dervişler memleketi haline geliyor. Bugün de bu yaklaşımı farklı kültürel yansımalarla toplumsal yaşamımızda görüyoruz. Yani burası farklı bir coğrafya, inanç bu toplumda şekilsel değil içsel yaşanıyor, aslında İslam dininin en önemli özelliklerinden biri kişiyi Tanrı ile baş başa bırakması, aracılara karşı koyması, öyle veya böyle kişinin inancını sorgulamaması. 19. yüzyılda, Osmanlı imparatorluğu dini ve etnik ayrımlarla 'millet' olmaktan çıkıp dağılma sürecine girerken, yani 'milletleri' bir arada tutan harç tüketilmişken dahi uzun yıllar şu konu tartışılıyor: 'İslam'ı öne sürerek ve Türk kimliğimize dayanarak bir gruplaşmaya gidemeyiz. Böyle bir şey nasıl olur, böyle bir yaklaşım İslam'ın özüne aykırı.' Ayıp ve günah buluyorlar, oysa o zamana kadar imparatorluğa özgü sağlam ve özel yapılar içinde dinlerini uygulayan topluluklar, milletler kalmamış ortada. Bu da yapılmazsa geriye bir şey kalmayacağına ikna olmaları 20-30 yılı buluyor. Yani gerçekten burası farklı bir doku...

Ben bu topraklar için 'ılımlı İslam' denen şeyin anlamsız olduğunu düşünüyorum. Batıda din savaşları yapılır, insanlar yurtlarından edilirken burası sığınak olmuş, farklı dinden insanlar yüzyıllar boyunca bir çatı altında yaşamış. İslam, özüne inerseniz zaten ılımlı bir din, dolayısıyla bu konuda da kafamızı karıştıranlara, tarih boyunca varolmuş fanatiklere, tahrifatlara aldırmadan yolumuza bakmalıyız. Tek yapmamız gereken aslından gerçeği öğrenmek, başörtüsü inancın olmazsa olmazıymış gibi cahilce ve sorumsuzca yorumlara meydan vermemek ve korkmamak. Geçmişimizi inkâr etmeyip tarih içindeki gerçekliğiyle anlamaya çalışmak...

21. yüzyıldayız ve biz hâlâ türban mı eşarp mı, başörtüsü mü diye tartışıyor, üstüne üstlük öyle değil de böyle bağlarlarsa iyi niyet olarak algılanır, ne var ki bunda gibi öneriler getirebiliyoruz. Bu sorunun İslam dinine yönelik çok önemli bir ayrıntıymış gibi görülmesi ve Müslümanlığın başörtüsüne indirgenmesiyse son ve tamamlayıcı din olarak bilinen İslam'ı küçültmekle eşdeğer.

Bir kadın olarak ben öncelikle benim okuduğum ve öğrendiğim İslam'ın içinde tesettür, türban gibi olmazsa olmazlar yok ve bence bu esasın anlamını azaltan bir ayrıntı ama elbette ki 'örtünme'yi tercih edenlerin de rahat bırakılmasını istiyorum. Ben hiç de anlamlı bulmasam da bu kişisel bir tercih. Anlamlı bulmuyorum çünkü bir kadının bu çağda bu şekilde hayatını zorlaştırmasını, kendini ikinci sınıf konuma atmasını, geri adımlarla ileri gitmeye çalışmayı garipsiyorum. Yüzde 90'ı kadınlarla erkeklere hitap eden, yani kadınla erkeği yan yana getiren Kur'anı okumak yerine geleneksel İslam'ın kadını ikinci sınıfa ittiği metinleri esas almak kişinin elbette kendi tercihi. Aslında İslam, erkeklerin kendi nefis mücadelelerini, tekamüllerini kadınlara yüklemiyor hiçbir şekilde. Bildiğim, üzerimizdeki örtülerle, giysilerle inanç ölçümü yapmanın da, bir hastayı erkek kadın ayrımıyla tedaviyi reddetmenin de İslam'a aykırı olduğu...

Evet, ortada bir tesettür sorunumuz var, bu yüzden okullara gidemeyen geç kızlar var. Ama ben onlara baktığımda sadece örtülü olmayanlarla ilişkimde olduğu gibi kafasının içindekiler, zekâsı, yapıp ettikleri, topluma kattıkları, ahlakı, insanlığı ile değerlendiriyorum.

İsmet Berkan'ın çok doğru tabiriyle 'kendini cüce sanan dev' ülkesi burası. Koca bir imparatorluğun vârisleriyiz, kimsenin akıl sır erdiremediği bir dirilişle devrim yapmış ve laik-sosyal temelli Cumhuriyeti kurmuşuz ve hâlâ ne bu ülkede yaşanan İslam olgusunun ne düşünsel/sosyal gelişmenin ne de bu toprakların farklılığının ayrımındayız. Çünkü, ne geçmişimiz, ne de bu topraklarda bambaşka şekil almış İslam ilgimizi çekiyor. Bu yüzden cımbızla bir şeyi çekip en ufak bir cümleden yüzeysel, boş tartışmalara girebiliyor ve bununla uzun zaman geçirebiliyoruz. Oysa kaybedecek hiç mi hiç vaktimiz yok. Bu kadar önemli bir coğrafyada, bu kadar zengin tarihiyle, kültürüyle, altyapısıyla ve genç nüfusla artık kendimizin farkına varma zamanı. Yapacağımız yığınla iş, çözeceğimiz yığınla sorun dururken kör noktalarda takılamayız. Ben korkmuyorum, çünkü bu ülkeye, bu ülkenin geçmişine, kurduğu yapıya, kurumlarına, Cumhuriyete, insanlarına güveniyorum.
Bundan yaklaşık üç yıl önce Prof. Halil İnalcık'la 'Tarihçilerin Kutbu' ile ilgili söyleşi yaparken ve AKP dönemini konuşurken kendisinin söylediği aynı kelimelerle olmasa da şuna benzer bir cümle çok dikkatimi çekmişti: "Bu dönemi ileride tarihçiler çok dikkatle inceleyecekler, ben bu dönemi bir tarihçi olarak çok önemsiyorum." Doğrusu Halil beyin neden bu dönemi bu kadar önemsediğini o zaman anlayamamıştım, hatta haddimi aşarak biraz fazla anlam yüklediğini düşünmüştüm, bugün geldiğimiz noktaya bakınca ne kadar büyük bir tarihçi olduğunu bir kez daha anlıyorum. Artık büyüme çağına girdik galiba. AKP'li ya da AKP'siz, toplumu bilgilendirmek zorunda olan gazetecisiyle, aydınıyla ya geçmişimizi, kültürümüzü, dinimizi öğrenip korkulacak bir şey olmadığını göreceğiz, kendimize duyduğumuz güvenle sağlam adımlar atan yetişkinler olacağız ya da aklı sürekli karışan ürkek çocuklar olarak kalacağız.

Kaynak: Radikal