Soruyu Sezai Karakoç'un "Köşe" şiirinden uyarladım. Bu konu üzerine yıllardır düşünüyorum. Eskiden her şey sade ve apaçıktı. Yemek masası almayacağız eve denilirdi. Televizyonsuz olunabileceğine emindi birileri ve örnek olurlardı. Bazen de elinde laptop çantasıyla uçağa yetişmeye çalışan dini aydınlar, çamaşır makinesini aile düzeni içinde lüzumlu bir araç saymazlardı. Evin sadeliğini oluşturan kurallar hayat tarzlarını belirlerken aynı zamanda bir hayat tarzı telakkisini de yansıtıyorlar. Modern kente karşı gurbet duygusuyla yaklaşan Müslüman, bir Ehli Suffa hayatı özlüyordu. Somut olarak, hayattan yükselen eleştiriyi de dikkate alıp dil ve üslup arayışına düşenler bazen "zihni karışık" olmakla suçlandılar. Zihni karışık olmak hiç düşünmemekten evla değil midir? Aksi takdirde kentte yerleşme yönünde her adım lekeli sayılıyorken giderek bu metaforik kocaman lekenin kazara yerleşmenin sürekli adresi haline gelmesi nasıl açıklanacak?

Oysa Karakoç düşüncesi o lekede (ya da meşkuk arazide) ikamete asla işaret etmemişti. Geçmiş zamanın hayali içinde yatıp da geleceğin kara gözlü zalimlerinden olmaya doğru yola çıkanları yazmadı mı "Köşe'de? Biz o şiirden ne anladık? Modern kentte de yerleşecekti insanlar, akıp giden ve mücadele demek, sınav demek olan hayat bunu gerektirirdi. Birşeyler bastırılmak istendiği halde yeni bir mevcudiyet kazanırken, müminin hayat mücadelesinin saflığında asli mecrasına akacaktı. Ben "Köşe'den bunu anladım.

"Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri"nden edebiyat dalında olanının Sezai Karakoç'a verilmesi Türkiye'nin nereden nereye geldiğini görmek açısından çarpıcı bir misal. Karakoç siyasette Anadolu'nun yeniden varlık bulması anlamına gelecek bir mücadeleye birikimlerini, sembollerini ve hedeflerini hatırlatan bir bilge şair. Öte taraftan aynı zamanda çoğalarak akmaya devam eden bir ırmakken, kültürel şartlanmalarla ya da kişi övgüsünün sebep olduğu yüceltmelerde donakalan tanımlarla bir dönemin ruh haline indirgenerek bir tür yoksanma muamelesine maruz kalmış bir dava neferi.

Bu muameleye rağmen de edindiği ışıltılı bir yer var ki paradoksal bir şekilde ona takdim edilen bütün ödüller solgunlaşmaya başlıyor yanında, daha bahisleri geçer geçmez.

Eleştiri yükü altına girmemek için sürdürülen övgünün kıymetli şairde buruk bir duyguya yol açtığı muhakkak... Karakoç öylesine –kendisini de rahatsız ettiğini gözlemlediğim şekilde- bir efsaneye dönüştürüldü ki aşırıyorumlar, eserinin asli kaygısını gölgede bırakır oldu. Şaşırtıcı sahneler az buz değil: Yurtdışında öğrenim görmüş genç kızların diploma töreni toplantısına davetliyiz. Sonuçta başörtüsü yarası taşıyan bir mücadele vermiş kızlar her biri. Ancak programın sunucusu onları Mona Rossa'yla karşılıyor. İyi de niye? Mona Rossa, uzak bahçelerde gezinen düş kadını, başörtülü mücadelesine ne derece yakın? Karakoç'a öznel mısralar üretme hakkı tanınmıyor. Karakoç'un şiirinin öznelliği her durumu içine almaya hazır devasa bir çadırmış gibi!

Gelelim mimariye... "Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır" diyen şairin, depremlerde can alan katılıkta meskenler hayal etmediği muhakkak. Karakoç yükseliş devri mimarisinden ziyade kuruluş dönemi mimarisine yakın gelir bana, "Kapalıçarşı" dahi mesela Tanpınar'ın Huzur'unda yer aldığı şekliyle nostaljik bir duyarlıkla değil de muhkem yapılara yönelen tehditler karşısında, yeniden kurma etrafında düşündürtmek üzere şiir konusudur. Kültürel gelişmenin zirvelerinde kazandığı incelikler ve süslemelerin değil, sürekli bir oluş ve tazelenen inşa mahareti yönünde yol alan bir aşk ve sorumluluğun şairidir Karakoç. Şiiri kendi içinde sentezlerle yeni ifadeler kazanarak akan bir dil ve üslubun altını çizer bana kalırsa. Dolayısıyla "Diriliş" ruhuyla ilişkilendirilen bir siyasal yapının konut politikalarının, cepheleri Selçuklu ögeleriyle süslenirken derinlerinde neler olup biteceği önemsenmeyen site ve toplu konutlardan farklı bir teklifi olması gerekirdi diye düşünüyor insan.

Evlerin içi nasıl döşeli olmalı; inşaat tozunun bulutunda bu sorunun cevabı konusunda bir karara varamıyor, cephelerin eklektisizminin yol açtığı güvensizlikte duraklıyoruz. Kemalist modernistlerimiz gibi, "Diriliş" ikliminden nasiplenmiş muhafazakârlarımız da Le Corbusierci/Faustçu inşanın ihtişamlı çokluğuna bağlıyor medeniyet alanında sıçrama gerçekleştirme başarısını.

Diriliş şiiri, bir bakıma insan ilişkilerini kat kat yalıtmaya dönük kentin muhasarasına karşı çıkmak, bu anlamda bizatihi moderniteye karşı çıkmaktı. Tarihselciliğe ve doğrusal ilerlemeye karşı eleştirinin, makine sorgulaması misalinde teknoloji düşmanı olmak, hayatın gerçeklerinden kaçmaya çalışmak, yaşamdan serüvenden, değişim ve büyümeden korkmak olarak damgalandığı (ve bir leke gibi sunulduğu) ulusçu modernleşme karşısında Diriliş şiiri insani olanı, insandan yana olanı göstermekte ısrarıyla gönüllere taht kurdu.

Bu böyleyken, yani Diriliş şiiri asla şekillerden motiflerden ibaret biçimci bir şiir sayılamayacağı halde, konut makinesi formunu Selçuklu süslemeleriyle yerlileştirme kolaycılığına yönelen üretimleri bu şiire nasıl bağlayacağız? Despot plan müellifi Le Corbusier araziye uzaklardan bakarak kalemini oynatır ve verimlilik adına biçimsel düzeni sağlamaya çalışırdı. Şimdilerde TOKİ imzası altında şehir dokularını hesaba katmadan çoğalan site manzaralarını izlerken aklıma gelen soru, şehir-kasaba dokusuyla uyumlu ve insani iletişimi hesaba katan bir "ümran" anlayışının, aktörleri Diriliş ruhuna yabancı olmayan AK Parti hükümetleri döneminde niye bir türlü uygulamaya sokulamadığı oluyor haliyle.

Tarihin cilveleri şaşırtmaya devam ediyor, kent/şehir tartışmalarıyla. Bir şey, çok önemli bir şey unutuldu. O neydi? Benliğini her türlü leke engeline rağmen koruyabileceğine dair inanç. Ne de olsa acil, göz önünde, kâr getiren başarılara duyulan ihtiyacın önü sonu yok. Mimar Sinan Selimiye'yi üç beş günde inşa etmiş, Nail Çakırhan şiirle hayatı buluşturan evlerini içlerinin nasıl döşeneceğini hiç düşünmeden tasarlamış gibi!

Sistemin uyguladığı tedhişle bir dönem içine kapanan Müslümanların muhafazakârlaşmasının hikâyesini mekânlar üzerinden okumaya çalışsaydık, çınar ve ıhlamur ağaçlarıyla çevrili "huzur sokağı"ndan TOKİ konaklarına sıçramalarda yaşanan savrulmaları, kırılıp dökülmeleri izah eden sahneler gözümüzü alır, gönlümüzde burkulmalara yol açardı.

Mimari projeyi kabule şayan kılan, evin sahiplerinin ruhuna uygun bir şekilde döşenmesini sağlayan düşünümselliğidir. Herhangi bir isimle tanımlayamayacağımız bir planlama alışkanlığı var ki, boş bir dairede yatak odasının niye orada, salonun da niye tam şurada olduğu sorusuna cevap bulamıyoruz, öylesine bir rastgelelik hakim projelere. O kadar dış süslemelerle ilgiliyiz ki evlerin içinin nasıl döşendiği, "köşelerinin nasıl tanzim edildiği, kim/ne için niye ayrıldığı" sorusu önemini yitiriyor. O köşeye oturan nedir, gurur mu merhamet mi? Nerede barınabilir Karakoç'a görünen bölünmez anne/ çeşme? Bir köşe kaybedilince binbir köşe gelebilir mi bakalım sokağı yok ederek ilerleyen inşada?

Agorafobik yılların ardından yaşanan yeni toplumsallaşma sürecinde Müslümanlar sisteme elbet bu ülkenin, bu toplumun asli mizacını hatırlattılar. Ancak kemalist ideolojinin tahakkümüne karşı "yönteme hayır" diye haykıran Müslüman aydınların aşırı şiirsel yorumdan aşırıplanlamaya sıçraması, bir lekeli zeminde ikamet inadında (bir bakıma ara çözümlerde) içselleştirilmiş nice bahaneyle sistem tarafından dönüştürülmeye açılmanın bir göstergesi olarak da okunabilir mi acaba?

Haydi bundan böyle o lekeli zemine "gölgeli alan" diyelim. Gölgeli alan; ama asla huzur ve sükunete çağıran bir çardak altı değil.