Şu dönemde İran üzerine Suriye problemini dışarıda tutan siyasal ve toplumsal içerikli bir yazı yazmanın imkânı yok. Geçen her saatte on kişinin canını yitirdiği savaş bir iç mesele olmaktan çoktan çıkmış durumda. Pekala, bir şekilde sonlandırılabilecek savaşın türlü iddia ve çekişmelerle yayılması gün geçtikçe daha büyük acılara sebep oluyor. Cevdet Said'in bir İstanbul söyleşisinde dile getirdiği gibi, neticede olan Suriye halkına oluyor. Düşmanlığı yayan, Suriye halkını göçe zorlayan çatışmaların, barış zamanına ulaşıncaya kadar daha ne kadar cana mal olacağına ilişkin sorular önemi ölçüsünde ön planda olamıyor.
Zizek'in "çifte şantaj" şeklindeki açıklamasını akıllara getiren bir sıkışma içinde yaralanmaya devam ediyor bölge halkı. Silahı çözüm olarak dayatan manşetler karşısında bilgece veya hikmetli sözler yatağında boğulmak isteniyor. Bu arada despotik rejimler, özgürlük şampiyonu ifadesi ediniyor. Bir tür peyk ülke olan Katar, süreci belirleme iddiasına sahip çıkıyor. İranlılar sırf "devrim" ve "özgürlük" gibi kavramlarla ilgili bulmadıkları Katar ve Suudi Arabistan'ın süreç üzerindeki belirleyici konumları nedeniyle bile, Suriye'de olup bitenleri bir mühendislik faaliyeti olarak görmeye devam ediyorlar.
İç siyasetin sekiz yıldır epeyce donuk olduğu İran içinde ise, rejimden memnun olmayan kesimlerin bile Batı/NATO oldu bittileri nedeniyle Haziran seçimlerinde sistem karşısındaki sorgulamalarını paranteze alacağı öngörülüyor. İranlılar Suriye iç savaşı üzerinden ülke olarak tehdit altında oldukları kanısında; sokaktaki sıradan insanın fikri böyle özetlenebilir. Bu haleti ruhiyenin Haziran seçimlerindeki katılımı muhafazakârlar lehine yükselteceği, muhafazakârların egemenliğindeki son sekiz yılı İran için bir kayıp olarak gören reformist aydınların dile getirdiği bir endişe.
Hamid Dabashi 2007 yılında yayımlanan "İran: Ketlenmiş Halk" isimli kitabında "nükleer İran" ihtimalinin, etrafı 4 nükleer güçle çevrili olan yaklaşık yetmiş milyon kişinin kendi memleketinde rehin tutulmasını getireceğini yazmıştı. İranlılar kendilerini bir kez daha kapana kıstırılmak istenen av gibi hissediyorlar şimdilerde; Nevruz tatili sohbetlerinden edindiğim izlenim bu. Reformist değil, temelden sisteme muhalif olan ve Hatemi dönemlerinde bile sandığa gitmekten uzak duran diş doktoru arkadaşım seçimlerde oy kullanmaya hazırlanıyor. NATO'nun işin içine karıştırıldığı bir savaşı eleştiriyor, Türkiye'de konuşlandırılan patroit füzelerini de ülkesinin güvenliği açısından sorguluyor.
İsrail'in özrü, İran halkı arasında Türkiye-İsrail-İran üçgeninin geleceği konusunun yeniden tartışılmasına yol açtı. Tarihçi Beyhakî yüzyıllar öncesinde tespit etmişti: "Tarihe hile katılmaz". Resmi tarih sayfasının açıklaması bir yere kadar hükmünü sürdürebilir. Kimilerine İsrail'in özrü, sahici bir pişmanlıkla ilişkili geri adım değil, bir mecburiyet olarak görünüyor. (İran'daki çevremin ekseriyetle Azeri Türkleri'nden oluştuğunu da belirtmeliyim.) Çokları bu mecburiyeti Suriye'deki gidişatın İsrail'in çıkarlarını tehdit etmesine ve Mısır'daki köklü siyasal değişimin bölgedeki İsrail'in lehine statükoyu değiştirmesine bağlıyor. Özür için Türkiye'nin öne sürdüğü şartlarının içinde Gazze ablukasının kalkması da vardı. Mısır'daki değişim Gazze ablukasını kendiliğinden zayıflatacaktır zaten ve giderek bu ablukanın Mısır tarafından büsbütün kaldırılacağı da öngörülebilir.
İranlılar'ın İsrail-Türkiye yakınlaşması konusunda dile getirdikleri ilk endişe nükleer enerji bağlamında: Şimdilerde dünya kamuoyu ve çeşitli ilgili güç merkezleri ülkelerinin nükleer enerji sahibi olma kararlılığını kanıksamış durumda. Son 5+1 toplantısından bu yana İran'ın nükleer enerji politikalarının lehine yorumlanıyor konuya ilişkin haberler. Bu durumda İran'ın nükleer enerji sahibi olmasına kesinlikle karşı çıkan ve dünya kamuoyunu bu yönde etkilemeye çalışan İsrail, her vesileyle dile getirdiği İran'a saldırıyı gündemine almayı düşünmüş olamaz mı? İsrail'in İran-Irak savaşı sırasında, 7 Temmuz 1981'de Irak'ın nükleer enerji tesislerine de saldırı düzenlemiş olduğunu hatırlatıyor İranlı arkadaşlarım, konuşmalarımız sırasında.
Benzeri bir saldırıyla karşılaştığında İran, İsrail'e çok sert bir karşılık vereceğini, bu ülkenin bütün tesislerini füze yağmuruna tutacağını belirtiyor. İran halkı arasında, Türkiye'de konuşlandırılan patriot'ların İsrail'i koruma adına NATO/ABD tarafından kullanılacağını kanaati yaygın.
Elbette İranlılar yine de Türkiye'yi potansiyel düşman olarak görmüyor. Hatta Yasin Aktay'ın bu bağlamda yazdığı yazıyı okurken bunu twitter'da dile getirdim: Çokları patriot'lar konusunda AK Parti Hükümeti'nin anlamlı bir bilgiye dayanan bir derin siyaseti olduğuna inanmak istiyor. Bu kanaati reformist arkadaşlarım daha teknik bir şekilde dile getirdiler: "Türkiye, Batı'nın, Obama'nın İran'a asla saldırmayacağı ve bir saldırıya da izin vermeyeceğinin güveniyle hareket ediyor olmalı."
Başbakan Erdoğan'a duyulan sempati, "One minute" çıkışı sırasında olağanüstü yüksekti Tahran'da. Sokakta gördüğüm insanlar bana Başbakan'ın siyasal kariyerinin ayrıntıları ve eşi Emine Erdoğan hakkında sorular sorarlardı. Patriot'lar ise değindiğim gibi, bütün sakıncalarına karşılık, Türkiye'ye beslenen güvenle paranteze alınabilirdi. Ancak İsrail'in "geciken kuru özrü"nün ardından Nevruz tatili sohbetlerinde farklı bir endişenin dile getirildiğini söyleyebilirim. Türkiye'de yetkililerin bu füzelerin İran'a karşı olmadığına dair açıklamaları giderek siyasi nitelikli, ancak aynı zamanda boşluklu ifadeler olarak değerlendirmeye başlandı. Sekiz yıl süren zor bir savaş tecrübesine sahip olan halk silahların "yetenekleri" konusunda bir hayli bilgili. Bu nedenle de patriot'ların saldırıya dönük olmadığının farkındalar. Gelgelelim, İsrail'in İran'a bir saldırı düzenlemesi ve İran'ın da karşılık vermesi durumunda bu füzelerin İsrail'i savunma aracı olarak devreye girmeyeceğinin nasıl garanti edilebileceğini soruyorlar. Ve, eğer bu füzeler İran füzelerine karşı kullanılırsa, Türkiye'nin nasıl bir tutum izleyeceği de en sık karşılaştığım sorulardan biri...