Milli tarih ve milli tarihçiler hep eleştirel olmuştur, ama özeleştirel hiç olmamıştır; yalnız karşı tarafı yermiş, bizim tarafı şanlı/haklı göstermiştir.

Son on yıllarda akademik dünyada yeni olan bu ezberin bozulmasıdır. Artık bazı kimseler kıvancı, hayali ve eksiksiz bir ecdat mirasında değil, acı da olsalar gerçekleri kabul eden bugünün insanı olmada bulmaktadır. Ve bazı tatsız olayları su yüzüne çıkarırken, mitosları deşifre ederken, tabuları yıkarken, aslında kendi toplumlarını da yüceltmektedirler: Eskiye saplanıp kalmadık, demektedirler. Eskiler ile yeniler arasındaki anlaşmazlık, kıvancı ve özgüveni nerede arayacağımız konusunda bir çatışmadır. 'Etnik azınlıkları kovduk/kovmadık' tartışmasını bu kapsamda ele almak gerek.

Son yıllarda önce 'tarihimizde bazı tatsız şeyler olmuş' diyenler çıktı, sonra bunun etnik arındırma olduğu söylendi, yapılanlar etik açıdan kabul edilmezdir dendi, arada 'evet ama yararlıydı, gerekliydi' diyenlere karşı, 'hayır, bu işten zararlı çıktık' dendi. En önemli aşamalardan biri başbakanın da bu 'çağdaş' görüşe katılması oldu. Başlayan tartışma kapsamında Zaman'da yayınlanan birkaç yazının Türkiye tarihçiliğinde öncü bir rol oynadığına inanıyorum (İhsan Dağı/26.5 ve 2.6, Eser Karakaş/28.5). Çünkü bu yazılarla artık bir uygulamanın varlığı kabul edilip yerilmiyor, mantığı da anlaşılıyor. Bu saldırgan uygulamaların berisinde kişisel çıkarlar vardır: Komşunun malını ele geçirmek, soygun, talan, hazıra konma gibi. Milli burjuvazi yaratmak söyleminin berisinde bu anlayış yatmaktadır. Sadece ahlak ve 'zararlı çıktık' açısından karşı çıkılarak yapılan eleştirilerle yetinildiğinde ve gelişmelerin mekanizması anlaşılmadığında kalıcı sonuçlar doğmaz. Ne yazık ki milli tarihlerin bu tür olumsuz bir yanı da bulunmaktadır. Bunu kabul etmek de kolay değildir, özel bir özgüven gerektirmektedir.

Yunanİstan örneğİ

Örnekler herhangi bir milletin tarihinden verilebilir. Bu yazı Yunanistan konusunda. 1980'lerde Atina'da yayınlanan Çağdaş Yunanistan'ın Ekonomik Tarihi–1453'ten 1930'a adlı çalışmadan (Papazisiz yayınları) söz edeceğim. Üç yazarın kaleme aldığı çalışmaya göre (Katsulis, Nikolinakos, Filias), 1821 Yunan İhtilali kuşkusuz bir bağımsızlık savaşıydı ama o denli 'şanlı' sayılmayabilir. Dar kişisel çıkarlar ve bu çıkarlar yüzünden yapılmış gaddarlık o kadar çok ki! Bağımsızlık savaşçılarının temel dürtüsü ganimet elde etmekti. Para ve kâr hesapları ön plandaydı. Kitaptan birkaç cümle çeviriyorum: Bütün ihtilalciler para talep ediyordu. Özellikle ihtilalin berisinde Rusya'nın bulunduğu söylentisi yayıldığından bütün komutanlar sürekli para istiyordu (s. 138). Zengin Yunanlılar ihtilalin başarılı olacağına inanmadığı için para yardımında bulunmakta çok tereddütlüydüler (145). Savaşanların ihtiyaçları Türk ganimetinden karşılandı (150). İlk dokuz ayda bağışlardan, ganimetlerden ve Türk mallarından yetmiş milyon kuruş elde edildi. Bu arada ihtilalin masrafları on milyondu. Geri kalanı, çeşitli yöntemlerle özel kişilerin zimmetine geçti, kişisel servete dönüştü (152).

Bir süre sonra ganimet ve fidye işleri kurala bağlanmış. Üçte biri savaşanlarınmış. Müslümanların toprakları zengin Hıristiyanların eline geçmiş. Bu paylaşma yüzünden ihtilal süresinde bir iç savaş da yaşanmış. Bu arada ihtilalciler Batılı bankerlerden kredi almayı başarmış, ancak bu paraların büyük bölümü iç savaşta kullanılmış. Mavrokordatos, liderlerden Karaiskakis ve Andrutso'yu yok etmek için kullanmış (159). Hidra, Speçe ve Psara adalarının ticaret filoları Yunan savaş donanmasına dönüştürülmüş. Bu tüccarlar bu savaştan, özellikle ganimet ve fidyelerden büyük kazançlar elde etmişler. Yüzlerce gemi seferber edilmiş. Denizcilere ve ailelerine maaş bağlanmış. Bu ihtilal çok kazançlı bir işe dönüşmüş. Bir geminin aylık masrafı on üç bin kuruşmuş ve bu yatırım kısa zamanda kâra dönüşebiliyormuş. Deniz işlerinden elde edilen bu gelirler, o zamanlar hazırlanmış yönetmenliklere göre şöyle paylaşılırmış: 1/3 gemi sahiplerine, 1/3 denizcilere ve 1/3 'devlete' gidermiş. Bir seferinde tek bir çatışmadan elde edilen gelir altı milyon kuruşmuş ve bu para, ihtilalin altı aylık masrafını karşılayabilecek düzeydeymiş. Ancak bu paralar da bazı kişilerin cebine gitmiş (162).

Tripolis (Trebliçe) kıyımına da kısaca değineyim. Savaşmadan elde edilen ganimetler erler arasında paylaşılmazdı, 'devlete' giderdi. Bundan dolayı ihtilalciler Tripolis'te muhasara altında olanların teslim olmalarına imkân vermediler. Saldırıp, çocuk, kadın, yaşlı demeden on binleri yok eden korkunç kıyımı yaptılar. Oysa bu savaşı yöneten D. İpsilantis, kenti anlaşma ile elde etmek üzereydi. Tripolis ve başka kalelerden elde edilenlerin değeri elli milyon kuruş (bir milyon sterlin) kadardı. Bu yağmalar, söz konusu kitabın ifadesine göre, 'çılgınlık' derecesine varmıştı. Erlerden başka, yoksul köylüler, kadınlar, çocuklar da toplanmış yağmadan paylarını almak için bekleşiyorlardı (165).

Etnik arındırmalar her yerde aşağı yukarı böyle ve buna benzer nedenler yüzünden olmuştur. Doğal olarak söz konusu bu anlatı resmi Yunan milli tarihçiliği ile ilişkili değildir. Bu üç yazar, bu olayları kaleme alırken hayali üstün ecdattan kıvanç elde etme çabasında ve kaygısında değillerdi. Tersine, tatsız da olsa bir gerçeği içlerine sindirebilmenin kıvancını yaşadılar. Özeleştirel olmanın huzurunu tattılar. Bundan dolayı yazdıkları da, yirmi yıldan sonra başka bir ülkede bugün bu yazıda anılmaya hak kazandı. Küreselleşme bu tür 'aykırı' görüşlerin hızla yayılmasını sağlamaktadır. Dar sınırları zorlayıp daha küresel olan bir tarihçiliğe doğru bir gidiştir bu. Herhalde bu gidişin ve bu tarih yazıcılığının geriye dönüşü de olmayacaktır.
 
Kaynak: Zaman