Türkiye'de hafta sonu İstanbul, Ankara ve diğer birkaç şehri karıştıran protestolar, çoğu gözlemci tarafından sürpriz olarak karşılandı. Ama protestolara yol açan -ve hükümetin tepkisini şekillendiren- şartlar bir süredir oluşuyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Türkiye'de onun demokrasi anlayışı ve hükümetin rolünü şekillendiren onlarca yıllık belli bir İslamcı tecrübeden neşet etti. Partinin lideri Recep Tayyip Erdoğan, bu tecrübeyi daha büyük ölçekte özümsemiş görünüyor. Tüm bunlar, Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'deki gösterilere vereceği tepkisini özellikle zorlaştırıyor.

Türkiye, Amerika'nın bölgedeki birkaç mühim çıkarı için önemlidir: Ankara'nın PKK ile diyaloğu; Türkiye'nin halen büyüyen ekonomisi; İsrail'le hassas uzlaşma; Suriye'deki iç savaş; Irak'taki sosyal, siyasi problemlerle güvenlik problemi ve devam eden İran nükleer programı konusu.

Bunların sonucu olarak, Washington'un Türkiye'deki iç gelişmeleri iyi hesaplaması ve Türkiye'de yegane demokrasi gelişimini hesaba katarken hükümetin baskılarının azaltılmasını teşvik edecek bir yol bulması gerekecek. Taksim, Tahrir olmasa da ikincisinden alınması gereken dersler var, -bunların en önemlisi de Amerika Birleşik Devletleri'nin hükümete karşı protestoları görmezden gelemeyeceği ve bunların sona ermesini ümit edeceğidir.

Türkiye'de İslamcı tecrübe, bölgedeki diğer Müslüman ülkelerdekinden daha fazla baskı görmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, 1. Dünya Savaşı akabinde milliyetçileri zafere taşıdıktan sonra İslam'ın tüm izlerini kamusal alandan çıkarmak üzere çok yönlü çabalara girişti.

İslamcı partilerin faaliyetlerine müsaade edildi ama (çoğu siyasi parti, ordu, güvenlik ve istihbarat kuruluşları, yargı, kamu kuruluşları, üniversiteler gibi kamu kuruluşlarının liderlerinden oluşan) Kemalist nizamın sıkı denetimi altında. Ne zaman "meşru" faaliyetlerinden ileri gittikleri düşünülse kapatıldılar. Dört askeri darbe oldu, son darbe 1997'de ilk İslamcı Başbakan Necmettin Erbakan'ın iktidardan uzaklaştırılmasında oldu.

Erdoğan işte bu şartlar altında sosyalleşti. O uzun süredir İslam'ın katkı ve faydalarına inanıyordu: İlkokulda, öğretmeninin izniyle onun namaz kılan tek öğrenci olduğu anlatılır. Daha sonra o imam-hatip okuluna gitti. Yeni bir siyasetçi olarak o, birkaç vesileyle temel hedefinin İslam'ın prensiplerini yaymak olduğunu söylemesiyle hatırlanıyor.

Türk silahlı kuvvetlerinin, AKP'nin (ilk olarak 2002'de seçildi) müdahale edilmeden hükümet etmesine izin verme kararıyla baskı ve sınırlamalardan kurtulması, bunu takiben Erdoğan'ın ordunun üst düzey komutanlarını yok etmesi, AKP'nin devrilme korkusu olmadan kendisini ifade edebilmesine imkan verdi. Kuşatılmışlık hissi içinde olması da politikalarını belirlemeye devam etti; eleştiri anında partinin eğilimi, hemen savunma pozisyonuna geçmek ve sorumluluk kabul etme yerine başkalarını kalleşçe eylemlerle suçlamaktır.

Erdoğan demokratik uygulamalara samimiyetle inanıyor fakat onun, kimi temsil ettiğine dair çarpık bir görüşü var ve onun anlayışı çoğunluk kuralı olarak düşündüğü şeye dayalıdır: Siz seçilmişseniz, insanların "çoğunluğunun" desteğine sahipsinizdir ve bu yüzden kararlarınız demokratik olarak uygundur.

Türkiye'nin seçim süreci net bir şekilde demokratiktir ama hükümet bazı dar görüşlü uygulamalara girdi. Erdoğan'ın parti ve hükümeti giderek artan şekilde şahsileştirişi de ego ve salahiyet hissini besledi ki bu da halkın geleneksel seçim dışı demokratik süreçlere katılma kabiliyetini tehlikeye sokuyor -hükümet kararları hakkında halka açık duruşmalar ve protesto hakkı gibi.

Örneğin Başbakan, demokrasinin altını oymakla itham ederek protestolar için muhalefet ve "çapulcuları" suçladı. Onun her türlü medyaya husumeti ise daha endişe vericidir. O, Taksim'deki protestolara tepki olarak sosyal medyayı ve özellikle de Twitter'ı toplum için "baş belası" diye nitelendirdi. Tüm bunlar iktidar için ciddi bir siyasi rakip bulunmamasının altını çiziyor.

Protestoları önemsememek ve polisin şiddetli müdahalesi artık Washington için Arap Uyanışı'nın başlangıcındaki gibi bir seçenek bırakmıyor. Amerika Birleşik Devletleri için Orta Doğu'daki bölgesel istikrar uzun süredir baş hedef iken Arap Uyanışı bu yaklaşımda bir problem olduğunu gösterdi. Ülkelerde sosyal, ekonomik ve siyasi gelişmeler pahasına devletlerarası ilişkilere odaklanmak maliyetliydi. Washington Arap Uyanışı protestolarının boyut ve yoğunluğuna hazırlıksız yakalandı ve bölgedeki pozisyonunu korumaya çalışırken bunlara karşı net bir pozisyon alamadı.

Gösterilerin yoğunluğunun zamanla kaybolacağı mümkünken, Türk toplumunun protestoları küçük bir çevreci gruptan hükümetin baskıcı siyasetinden memnun olmayan geniş kesimlere yayan çoklu motivasyonu unutması pek muhtemel değildir. Bu, hoşnutsuzluk ve hayal kırıklığının muhtemelen daha da büyüyeceği manasına geliyor, özellikle de hükümet yeni bir havaalanı ve bir diğer boğaz köprüsü gibi büyük çaplı inşaat projelerine devam ederse.

Başkan Obama'nın İsrail'e yaptığı başarılı seyahat temelinde, ABD'nin bölgedeki nüfuzu son birkaç senenin en üst seviyesindedir. Türk hükümeti de en önemlisi Suriye'deki iç savaş da dahil, bölgedeki önemli çıkarları için halen ABD desteğine ihtiyacının olduğunu anlıyor. Bu yüzden, hükümet Washington'dan gelecek sürekli ama dostça siyasi baskılardan etkilenebilir.

Bu amaçla Obama yönetimi polisin itidalli davranması için aleni ve hususi tavsiyelerde bulunmalı, -hükümete büyük projelerle ne yapacağını söylemeden- İstanbul coğrafyasının güzelliği ve tarihine vurgu yaparak projelerle ilgili olarak onu halkla daha geniş istişarelere teşvik etmelidir.

Sopaya başvurmak zor olacaktır. Hükümet kendisini tehdit altında hissettiğinde Türkiye gerçek demokratik süreçlerle otokratik eğilimler arasında dengede kalır. (ABD yönetimi) Kanada polisi 2010'da G20 karşıtı protestocuları bastırdığında cezalandırmadıysa hükümeti ceza ile tehdit edemez. O, yaptırımlarla da tehdit etmemelidir. Zira bu, Amerika Birleşik Devletleri'nde de protestocularla polis arasında çatışmaların pek görülmedik şey olmadığı göz önüne alındığında uygun olmaz. Türkiye'ye Suriye gibi değil, normal bir Batılı müttefik gibi muamele edilmelidir.

Washington'un ses tonunu anlayış ve itidal üzerine kurması gereklidir ve uzlaşma için baskı yapmalıdır. Bu, onu demokrasinin tarafına koyar (ve bu yüzden hem Türk halkı hem de hükümete cazip gelir) ve daha sonra gerekli olacak eylemler için temel teşkil eder.

Türkiye, Mısır, Libya ya da Tunus değildir. Ama Arap Uyanışı'ndan alınacak en belirgin derslerden biri, iç değişiklikleri hesaba katmanın ABD'nin bölgeye yönelik politikasında yeni bir unsur olması gerektiğidir. Bu, Washington'un bu dersteki ilk testidir.

Kaynak: The National Interest
Dünya Bülteni için çeviren: Arif Kaya