Dünya Bülteni/ Haber Merkezi

Türkiye’deki parlamento seçimlerinin sonuçlarının açıklanmasıyla Batı başkentlerine matem havası çöktü. ABD ve Avrupa medyası, sonuçları “şok” ve “Türkiye için kara gün” diye verdi. Resmedilen tablo çok karanlık görünüyordu. Haberler, makaleler ve muhaliflerden gelen okuyucu yorumlarında Türkiye’nin “otokrasiye ve diktatörlüğe döneceği” uyarısı yapıldı ve seçim sonuçları ülkede “demokrasinin bekasına” tehdit olarak ilan edildi.

Bu talihsiz ve kasvetli yorumlarda eksik olan, Erdoğan’ın, partisinin tek başına iktidarı kaybettiği ve milli birlik hükümeti kurmaya çalışmak zorunda kaldığı haziran ayındaki seçimin sonuçlarını kabul etmiş olduğuydu. Koalisyon teklifleri muhalefet tarafından kesin bir şekilde reddedilince o da Türk anayasasına uygun olarak erken seçim çağrısında bulundu.

Hakkındaki büyük öfke ve ona yeni “Osmanlı Sultanı” diye yapılan hakaretler, Ürdün ve Körfez krallıklarından Irak ve Suriye’ye kadar Türkiye cumhurbaşkanının dört bir etrafının yarı veya tam despotlardan oluşan bir halkayla çevrili olduğu gerçeğini örtmüyor. Bu arada, bölgede biraz uzakta, daha sadece iki sene önce kanlı bir darbeyle iktidarı ele geçiren ve ülkenin demokratik olarak seçilmiş ilk cumhurbaşkanını devirip hapse atan bir general yönetimde bulunuyor. Onun tankları, yakın tarihteki en büyük zulümlerden birinde, genç-yaşlı, kadın-erkek yüzlerce barışçı protestocunun kafatası ve kemiklerinin yanı sıra insanların iradesini de ezdi.

Dünyadaki en gerici zorba rejimlerden birine başkanlık eden bu lider, Paris ve Berlin gibi Batı başkentlerinde kucak açılarak karşılanıyor. O, 5 Kasım’da da İngiltere Başbakanı David Cameron tarafından Başbakanlık’ta konuk edildi.

Bölgedeki insanlara yüksek sesle ve net bir şekilde verilen mesaj şuydu: Ya istek ve ihtiyaçlarımıza uyacak demokrasi ya da ne kadar iğrenç de olsa bir diktatör… Burnumuzu tıkar ve bu adi katilin elini sıkarız. Onun mide bulandırıcı işlerini haklı çıkarmak ve onu mazur göstermek üzere de efsanevi ekonomik gelişmeden akıllıca siyasi reformlara kadar bir dizi tezgah için “uzmanlar,” “yorumcular” ve “analistlerden” kiralık savunma ekibimizi göreve çağırırız. Hepsi başarısız olursa da Kessinger-Albright sözlüğüne bakar ve ona biraz “siyasi realizm” ekleriz.

Türkiye’de seçimlere katılım yüzde 85’in üzerinde olurken Mısırlıların uyduruk seçimlere müştereken aşağı yukarı aynı nispette katılmamayı seçmiş olmaları da ironiktir. Böylece Mısırlılar, Mareşal’i ve onun Washington ve Londra’daki destekçilerini, diktatörlük yönetimini örtmek için çok gerekli olan incir yaprağından mahrum bıraktılar.

Erdoğan eleştirilir ve yerden yere vurulurken, Sisi’nin önüne kırmızı halılar seriliyor. Bunlardan biri beş askeri darbe ve onlarca yıllık mutlak ordu hakimiyetindeki idare sonrasında ülkesini demokrasi yoluna koyarken diğeri ülkesinin yeni yeni filizlenmeye başlayan demokrasi tecrübesine acımasız bir şekilde son verdi.

Türkiye’deki seçimleri değerlendirirken gizli varsayım, AK Parti için oy verenlerin Erdoğan’ın “korku yayan” ve “milliyetçi propagandasından” kolayca etkilenen düşüncesiz kalabalıklar olduğudur. Bize defalarca söylendiğine göre o, insanlardaki ekonomik istikrarsızlık ve güvenliğin tehlikeye girmesi korkularını tahrik etti. Sanki Suriye, Irak, Yemen ya da Libya gibi bölgelerde krizler giderek tırmanırken Türklerin ekonomik çıkarları ve güvenliklerinin dolaylı ya da doğrudan tehlikeye girmesinden korkmaya hakları yokmuş gibi. Üstelik ülkede 2 milyon Suriyeli mülteci varken ve Avrupa ya da ABD bunların çeyreğini bile kabul etmeye yanaşmazken…

Seçime katılan milyonlar, çok şuurlu tercihlerde bulundu. Onlar, oylarını (dünyanın her demokratik ülkesinde seçmenlerin yaptığı gibi) çıkarlarını en iyi savunacağına inandıkları ve meşru korkularına en iyi cevap verecek olanlar için verdi. Burada, Orta Doğu hakkında yapılan yorum ve haberlerde olduğu gibi, çoğu Batılı muhabir ve yorumcu, hakim söylemin ötesine geçemedi ya da gerçekleri görebilmek için önlerindeki kültürel ve ideolojik engelleri aşamadı. Bunlar Avrupa merkezci, ben merkezci ya da Oryantalizm olarak tanımlanabilecek belirtiler gösteriyorlar.

Sömürge dönemlerinin harici gözlemcileri, misyonerler, seyyahlar ya da sömürge memurları şimdi çağdaş şekil aldılar: Eski başkentten imparatorluğun merkez dışındaki yerlerine gönderilen uzman, yorumcu ya da muhabirler. Ama söylemler ve bunların muhtevası büyük ölçüde değişmeden kaldı.

Bunların şifreli mesajları sürekli yeni biçimlerde üretiliyor. Ama bölgede Batı’nın demokrasi söylemini çok az kişi ciddiye alıyor. Batı, demokratikleştireceği ve özgürleştireceği vaatleriyle Irak’ı istila edip yıktıktan sonra ülkede art arda mezhepçi despotlar tesis etti. Bağdat, özgürlüğün tadını çıkarmak yerine ölüm kokusu, iç savaş ve terör bulutlarıyla kaplandı. Artık Obama Ocak Devrimi’ni yücelten şarkılar söylemiyor ve hararetli bir şekilde Tahrir Meydanı’nda bir isyancı olma dileğinde bulunmuyor.

Devrimciler Ortaçağ zindanlarında çürürken bunları hapse atanlar Batı başkentlerinde keyif yapıyor. Orta Doğu’da parmakları gerçek diktatörlere doğrultup onları hesap vermek zorunda bırakmak yerine eleştiriler ve şeytanlaştırmalar, bölgede (Kuzey Afrika’da Tunus dışında) demokratik bir şekilde seçilmiş tek cumhurbaşkanına yöneltiliyor.

Bu yüzden, Batılı siyasetçilerle yorumcu ve “uzman” ordusuna küçük bir tavsiyede bulunayım: Bana güvenin, bölgede konu demokrasi olunca en iyisi sessiz kalmanız.

Kaynak: Huffington Post

Dünya Bülteni için çeviren: Arif Kaya