Türkiye"de iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimi, arka arkaya yaptığı toplantılardan sonra 24 Nisan"da, partinin lideri ve mevcut hükümetin başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan yerine, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül"ü cumhurbaşkanlığına aday göstermeye karar verdi.

 

Bu karara, parti içinde, Türkiye"de ve Avrupa"daki Türkler arasında aylarca süren tartışmalardan sonra varıldı.

 

Aralarında görev süresi sona erecek mevcut cumhurbaşkanının, Genelkurmay başkanının ve muhalefette bulunan Cumhuriyet Halk Partisi lideri Baykal"ın da bulunduğu laikler, 2007 boyunca, Erdoğan"ın ve partisinin, devletin laiklik ilkesine karşı bir tutum içinde olduğunu dillendirdiler.

 

Erdoğan"ın cumhurbaşkanlığına karşı yapılan protestoların en büyüğü 14 Nisan"daki miting oldu. Söylendiğine göre, bu mitinge katılanların sayısı üç yüz bine yaklaşmış ve bu kişiler “gerektiğinde cumhuriyeti ve laikliği canlarımızla ve kanlarımızla koruyacağız” şeklinde slogan atmışlar.

 

Bütün bunlar ne anlama geliyor? Ve Erdoğan, partisi ve hükümeti etrafında gerçekleşen bu derin bölünme niçin?

 

Adalet ve Kalkınma Partisi ve lideri, laik Türkiye"de iktidara ihtilal ile gelmedi. Aksine dört sene önce yapılan doğrudan seçimlerle geldiler ve mutlak çoğunluğu elde ettiler. Nispî seçim sisteminden dolayı, neredeyse Parlamento"da üçte iki çoğunluğa sahipler (Parlamento"daki toplam 550 milletvekilinden 354"üne sahipler).

 

Üstelik seçim sırasında Erdoğan, mahkeme kararıyla yasaklıydı ve seçimlere girememişti. Bu yüzden seçimlerden sonraki ilk hükümet, Erdoğan"ın dostu ve partideki vekili, Abdullah Gül başkanlığında kurulmuştu.

 

Ancak bir yıl sonra, Erdoğan"ın yasağı kaldırılınca, Gül başbakanlığı Erdoğan"a bıraktı ve kendisi de bugüne kadar sürdürdüğü Dışişleri Bakanlığı görevini üstlendi.

 

Erdoğan ve Gül, Türkiye"de seksenlerden itibaren kurulan İslâmî partilerden üçüncüsünün kurucularıdır ve bu son partinin diğer liderleri gibi onlar da Necmettin Erbakan"ın öğrencileridir. Erbakan, milliyetçi unsurlarla kurduğu koalisyon hükümetinde başbakanlık görevi üstleninceye kadar, kurduğu partilerle, birçok hükümette yer almıştı. Sonra ordu, ellilerden itibaren diğer İslâmî eğilimlileri iktidardan uzaklaştırdığı gibi, Erbakan"ı da iktidardan uzaklaştırdı.

 

Erdoğan"ın Türkiye siyasetindeki yükselişi, İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerindeki başarısıyla başladı. Erdoğan, İstanbul"un asaletini ve orijinalliğini koruyarak yaptığı yenilikler ve hizmetlerle, âdeta bu tarihî şehrin çehresini değiştirdi.

 

Partinin, isimlerdeki farklılığa rağmen, kimliğinde herhangi bir değişme olmadan İslâmi unvana sahip olması, taşradan sonra şehirlerdeki desteğinin artmasında asıl neden olsa da, son yıllarda genel kabul görmesindeki esas belirleyici faktör, -çok uzun süreden beri devam eden durgunluk, enflasyon ve yolsuzluktan sonra- onun döneminde gerçekleştirilen ekonomik büyüme ve kalkınma olmuştur.

 

Geride kalan dört yıl içinde % 7 ile % 10 arasında bir büyüme sağlanmış, Türkiye"nin yaptığı ihracat dört kat artmış, kişi başına düşen milli gelir 1500 dolardan, 6000 dolara yükselmiştir. Ve bu yükseliş devam etmektedir.

 

Gerçekte Erdoğan, devletin tabiatını, sistemini veya yapmış olduğu uluslararası antlaşmaları değiştirmemiştir; zaten bunları değiştirme gücüne de sahip değildir. Kapitalizm ve pazar ekonomisi halen revaçtadır. Dindarlara karşı uygulanan yasaklar halen yürürlükte ve devam etmektedir. Türkiye halen Nato"da yer almakta ve geçmişte olduğu gibi Amerika ile ilişkileri halen çok güçlüdür. Hatta Türkiye"nin İsrail"le olan ilişkileri en iyi durumundadır.

 

Bu nedenle şunu söylemek mümkündür: Türkiye"de –bugün ve geçmişte- cereyan eden mücadele, gerçekte toplumsal ve ekonomik gruplar arasındaki çıkar mücadelesidir; ancak semboller üzerinden yürütüldüğü için bu gerçeğin üzeri örtülmektedir.

 

Nitekim laiklerin Erdoğan"a, Gül"e ve diğerlerine yönelttikleri en önemli eleştiri, eşlerinin başlarının örtülü olmasıdır. Necdet Sezer, ordu yönetimi ve diğer laikler, örtünün cumhurbaşkanlığı köşküne, yani Türkiye"yi İslâmî geçmişinden tamamen koparmak isteyen Atatürk"ün köşküne girerek, son kalenin düşmesini istemiyorlar.

 

Ben şahsen Erdoğan"ı tanımıyordum, ancak Gül ile, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar olmadan önce karşılaşmıştım. Yine geçmişte Erbakan ile Almanya"da ve şu anda Adalet ve Kalkınma Partisi"nin yönetiminde olan kişilerle de, doksanların sonunda Lübnan"a geldiklerinde konuşmuştum.

 

Bu yüzden birkaç ay önce Lübnan Başbakan"ı Fuat Senyora ile Türkiye"ye gittiğimde, Erdoğan ve Gül ile konuşmayı çok istedim. Gül, bana daha kültürlü geldi; ancak Erdoğan"ı, hem kişiliğine bağlı nedenlerle, hem de birçok alanda gerçekleştirdiği başarılarla daha karizmatik buldum.

 

Erdoğan ile Türkiye"nin bugünü ve geleceğiyle ilgili ve yine bölgedeki, İslâm dünyasındaki ve dünyadaki rolü ile ilgili temel meseleler olarak gördüğüm üç meselede konuşmaya başladım: Laiklik ve İslâm arasında bilinçli bir şekilde yürütülen uyum; Malezya deneyiminden sonra İslâm aleminde, Türkiye"yi ikincisini gerçekleştiren ülke konumuna getiren ekonomik kalkınma; ve Amerika"nın Irak savaşıyla ilgili benimsediği konum. Amerika başarısızlığa yaklaşırken ve İsrail stratejisi gerilerken, Türkiye"nin benimsediği bu konum, Ortadoğu"da sağlıklı dengelerin oluşmasına da yardım edebilir.

 

Erdoğan gülümsedi ve konuşmaya üçüncü meseleden, yani bölgedeki durumu değerlendirmeyle başlamayı tercih etti. Amerika"nın başarısızlığını, tıpkı savaşa başlaması gibi kötü bir durum olarak, hatta daha da kötü bir durum olarak görüyor. Amerikalılar çekilmeyeceklerdir –Allah inananları savaşın şerrinden korusun-; aksine bütün dosyaları tutuşturmaya yöneleceklerdir ki, Irak"taki kaos kendi hesaplarına yazılmasın ve İran bu durumdan yararlanmasın. Çünkü Amerikalılar bu savaş ile sadece İran"ın değil,–Kürtler ve belki de İsrail gibi- diğerlerinin de emellerini uyandırıp harekete geçirdiler. Bu nedenle Irak"a komşu ülkelerin, Irak"ın bütünlüğü ve yeniden istikrara kavuşması için, çok sıkı bir şekilde yardımlaşmaları gerekiyor. Çünkü Irak"ın bölünüp sınırların değişmesinin veya Irak"taki kaosun devam etmesinin, hiç kimseye bir yararı yoktur. Mesele son derece zor ve sıkıntılıdır. Zorluk ve sıkıntı sadece Kürtlerin hırsından, Sünniler ve Şiiler arasındaki iktidar kavgasından ve İran"ın müdahalesinden de kaynaklanmıyor; aksine Arapların zayıflığından ve ortada olmayışlarından da kaynaklanıyor.

 

Ekonomik kalkınmanın devam etmesi ve sürekli hale gelmesi için Arap şirketleri ve İslâm pazarı tarafından desteklenmesi ve Avrupa ile daha sağlam bir şekilde çalışılması gerekiyor. Bu üç husus, şu ana kadar en büyük engeli oluşturmuştur.

 

Ancak benim için asıl sürpriz, İslâm ile laiklik arasındaki uyum konusunda veya Türkiye"nin ılımlı İslâm için bir modele dönüşmesi konusunda sergilediği sakinlik ve tevazu oldu. Sovyetler Birliği"nin yıkılmasından ve özellikle de 11 Eylül 2001 olaylarından sonra, Türkiye"den böyle bir model olmayı Amerikalılar (bir ölçüde de Avrupalılar) istiyor.

 

Erdoğan şunları dedi: Laikli ile İslâm arasında bazı problemler vardır; ancak bunlar sanıldığı gibi büyük değildir. Partimizin ve siyasetimizin ispat ettiği gibi, buluşmak ve diyalog mümkündür. İşte biz yıllardır birlikte yaşıyoruz. Gerçek problem laiklik ve demokrasi arasındadır.

 

Bu sözü ile neyi kastettiğini anlamadığımı görünce şunları ekledi: Türkiye"deki laikler toplumu güç ile değiştirmeyi istiyorlar; yoksa başörtüsüne ve diğer İslâmî sembollere yapılan bu saldırılar başka ne anlama gelebilir?

 

İki kişi anlaşmaya varmak istediğinde, her iki taraf da diğer tarafın önem verdiği temel hususlara saygı gösterdiğine ve bu hususların gerçekleşmiş olduğuna inanacak ölçüde, karşılıklı olarak çıkarları ve vazgeçeceği şeyleri belirlerler. Bizim laik anayasa çatısı altındaki ilişkilerde her zaman kabul ettiğimiz esas budur. Ancak siyasi ve kültürel rakiplerimiz, çoğunluğun tercihine rağmen, hepimiz için bunu reddederler.

 

Dedim ki: Ancak laikler ve onlarla birlikte ordu, bu sefer darbe yapmadılar. Sözlerine şu şekilde devam etti: Doğrudur, sistemin ve hukukun dışına çıkmadılar; ancak bölünme derindir ve mevcuttur. Eğer herkes karşılıklı olarak kişisel özgürlükleri (bunlar içinde dini özgürlükler de vardır) ve genel özgürlükleri kabul etmiş olsa, o zaman Türkiye gerçekten bir model olur. Yenilenme ve açılım işlemini bir kez daha Arap İslâm"ı yapıyor; ancak bu sefer radikallik sınavı da vererek.

 

O halde Erdoğan, ordu ve laiklerle olan hassas dengeleri korumak için kendi yerine Gül"ü aday göstermiştir. Ancak muhalefette aşırıya gidenler, bunun anlaşmalı ve faydasız bir geri adım olduğunu söylediler. Bu yüzden Gül"ün ilk turda seçilmemesi için Parlamento oturumunu engellemeye çalışacaklardır.

 

Erdoğan"a dedim ki, bugün Türkiye"deki sivil toplum, daha güçlü ve daha sağlamdır; tercihlerinin zorla değiştirilmesi mümkün olmaz. Sonra da Erdoğan"a, Türklere son derece hayran olan ve Arapları da son derece küçük gören meşhur oryantalist Bernard Lewis"in bana söylediği şu sözleri aktardım: 1950 yılında Türkiye"deydim. Yapılan seçimlerde Atatürk"ün partisi kaybetti ve iktidara başka bir parti geldi. Herhangi bir darbe olmadı, iktidar barış içinde devredildi ve devralındı. Erdoğan sessiz bir şekilde dinledi, sonra yüzünde gülümseme yayıldı ve şöyle dedi: Ey Araplar, siz ne kadar iyisiniz!

 

Türkçesi: Halil Kendir