Hakkında bildiklerimiz önyargıyla sınırlı kalabiliyor, birlikte yaşamadığımız, yüz yüze gelmediğimiz sürece… Yüz yüze gelelim, ama onu edilgen ve muhtaç kılan şartlarda olmamalı bu. Onu engelli kılan bizim bakışımızdı, direndi ve başka türlü olabileceğini gösterdi. Demlediği çayın lezzetini pek az yerde gördüm. Bursa’nın Nilüfer semtinde 4 yıldır hizmet veren NİŞ Kafe’nin Down Sendromlu Şefi Yavuz Beyazıt’tan söz ediyorum. İkramı, güler yüzü ve muhabetiyle ısıtıyor, açıldığından bu yana çalıştığı kafeyi. Görünmez olmak engelli olma sebeplerini hepimiz için çoğaltıyor.
Her yıl çeşitli yaşlarda 770 öğrenci sırf sınıftaki diğer öğrenciler engelli arkadaşlarına nasıl davranacağını bilmediği için okulu bırakıyormuş. “Engelli” aslında nasıl biri? Kaçımız hiç olmazsa bir kereliğine kendimizi bir engellinin yerine koyduk? İlkokul günlerine uzanalım ve düşünelim: Sınıflarımızda engeli öğrenci yokluğu veya azlığı onların aslında sayıca çok az olmasının göstergesi miydi? Onlar vardı, görünmüyor, görülmüyor, gösterilmiyorlardı. Evlerin iç odalarında, şansları varsa da ev ve avlu arasında geçiyordu ömürleri. Nadiren özel bir ilgiyle ve güçlü bir iradeyle, hiç de toplumdan eksilmelerine sebep olmaması gereken engelli hallerini bir sakınca olmaktan kurtarıyorlardı. Aile engelli, hasta ve çirkin insanları koruyan, kollayan biricik kurum, demişti Susanne Brogger. Gelgelelim çekirdek aile bu konuda bir hayli zorlanan bir yapıya sahip. Mimari alanındaki yönelimin de engellilerin hayrına olduğu söylenemez. “Kulenin Başındaki Kız Kardeş” başlığını taşıyan öykümde, yatalak bir ağabeyin çok katlı binaların üst katlarında yaşayan yaşlı ve yürümekte zorlanan kız kardeşleriyle buluşmasındaki zorlukları işlemeye çalışmıştım.
Görme engelliyi göze göstermeyecek planlar projeler yüzünden de şehrin intihar etme noktasına geldiği söylenemez mi? Şehirlerdeki yapılaşmayı eleştirirken öncelikle fonksiyonlardan yola çıkmayı önemli bulmamın sebebi de budur: Yürüme engelli insanlar özellikle dikey yapılaşma gösteren şehirlerde güçlüklerle karşılaşıyor. Fonksiyon körlüğü, neticede çeşitli aksamalar bünyeyi tahrip ettikçe estetik alanda çirkinleşmeye yol açıyor. Engellisinin oto yolda karşıdan karşıya nasıl geçeceğinin hesabını yapmayan bir şehircilik dokunulması harama dönüşen güzelliklerle “malul” olacaktır neticede. Oysa engelli de çalışıp hayatını kazanmak zorundadır ve sadece otobüse binmek için yoldan karşı karşıya geçmeyi değil, arada bir İstanbul’un bir yakasından diğerine geçmeyi, bir kafede arkadaşıyla buluşup yüz yüze konuşmayı isteyebilir.
Engellisini hayatta yalnız bıraktığı ya da ona eve kapanmasını telkin eden bir muamele reva gördüğü için engelinin bütün ufkunu kapamasına sebep oluyor toplum ve şehir. Uzak akrabalarımdan Ş.’nin Erzincan’da geçirdiği genç kızlık çağında maruz kaldığı kaba saba muamelelerle ilgili konuşulanlar beni çocuk yaşta engelli olmanın aynı zamanda “toplumsal engelli” bir yanı olduğunu düşünmeye sevk etmişti. Kalça çıkıklığı olan Ş. maharetli, alımlı, kibar bir genç kızdı, ama karşısına hep kendisininkine göre daha ağır engeli olan kısmetler çıkarıldı. O engelli hayatını bu şekilde şartlayan, onu eve ve kendisine eş olarak daha ağır bir engeli olan bir talibiyle evlenmeye zorlayan baskıya boyun eğmedi. İstanbul’a, ağabeyinin yanına yerleşip bir konfeksiyon atölyesinde çalışmaya başladı. Çalıştıkça da kendine güveni geldi. Ancak karşısına çıkarılanlar yine de kendisininkine göre daha ağır engeli olan kısmetlerdi. Evlenmesi yönündeki baskıya boyun eğmeyip bu kez de Londra’da yaşayan bir ağabeyinin yanına taşındı, orada bir iş buldu, çalışmaya başladı. Engeli yıldırmadı Ş.’yi, iş yerinde tanıştığı Kıbrıslı, “engeli olmayan” bir gençle evlendi, yuva kurdu, anne oldu. Her engelli genç kız Ş. gibi elinden tutan ağabeylere ve aynı ölçüde mücadele gücüne sahip olmayabilir.
Engelli sanki şehrin ve ailenin güzel düzenine düşen bir leke olurdu, bir zamanlar öyleydi. Bu utanç verici yaklaşım artık değişiyor. Raylı sistem ve üst geçitlerde de yürüyen merdiven ya da asansör uygulaması, engellilerin ve ailelerinin itildikleri agorafobinin üstesinden gelmelerine yardımcı oluyor. Görme engelliler için yapılan kabartmalı sarı kaldırım şeritleri daha da geniş bir kapsamda ve çevreden yönelen çeşitli tehlikeleri hesaba katarak uygulanmalı.
Engellilerin şehirlerin gündelik hayatındaki akışa dahil olması bir bakıma “engelsiz hayat”ın idamesi için öylesine önemli ki! Bursa’da gidip gördüğüm, Nilüfer İş Okulu bünyesinde faaliyet gösteren NİŞ Kafe bu açıdan yüreklendirici bir örnek ortaya koyuyor. Sürekli çalışan sigortalı iki engelli elemanı var ve dört engelli genç ise bir yandan eğitimini sürdürerek kafede staj yapmaya devam ediyor. Okul Aile Birliği’nde faaliyet gösteren anneler, kafenin açılmasında önemli bir role sahip çıkmışlar. Daha önce belediyenin Gazi Pazarı’nda kendilerine ayırdığı yerde öğrenciler için yaptıkları satış faaliyetini kapalı alana taşımışlar. Hafta da bir gün de 30 kişi toplanıp mutfakta çeşitli yiyecekler hazırlıyor ve bunları semt pazarında satarak kafeye gelir sağlıyorlar.Kafenin kurucularından Asiye Aral, engelli iki çocuk annesi olarak engellilere kendi kendine yetme becerileri kazandıracak tecrübeler üzerine yıllardır düşünüyor, çözüm üretmeye çalışıyor.
Nilüfer İş Okulu, Türk Eğitim tarihinin ilkler listesinde yer alıyor. İ l onayı ile 02 Ocak 1980 tarihinde, Bursa Merkez Gazi Akdemir İlkokulu bünyesinde ‘Eğitilebilir Geri Zekâlı Çocukların Rehabilitasyonu ve İş Okulu’ adıyla açılmış ve gösterdiği başarıyla 2 yıl sonra Bakanlık bünyesine alınmış. Ancak eğitim gören engelli çocukların bu çabasının daha sonraki hayatlarında bir karşılık bulması güçlükle mümkün olabiliyor.
Gençleri yüreklendirme, bu alandaki korkularını yok etmek üzere toplumla kaynaştırma konusunda Nilüfer İş Okulu, Okul Aile Birliği’nde faaliyet gösteren annelerin çözüm arayışının bir eseri, NİŞ Kafe. İki engelli çocuk annesi olan Asiye Hanım Okul Aile Birliği’nde faaliyet gösterirken bir gün okula gelen Vali Yardımcısı kendisine, çalışmalarına nasıl katkıda bulunabileceğini sorduğunda şöyle cevap vermiş:”İş alanları istiyoruz. Çocuklarımız hayatlarını sürdürebilecekleri bir işe sahip olmalı. Biz öldükten sonra nasıl yaşayacaklar?”
NİŞ (Nilüfer İş Okulu) Kafe işte bu kaygı dolu sorunun bir cevabı olarak okulun hemen yanı başında –Ankara’da bulunan “Down Kafe”den esinlenilerek- dönemin valisi Şahabettin Harput’un maddi destek sağlamasıyla açılabildi. Kafe amaçladığı şekilde engelli gençlerin istihdamının yayılması konusunda bir örneklik teşkil ediyor. Fabrika sahipleri kafeye gelerek işçi seçiyorlar. Ancak bu ilginin daha güçlü bir şekilde sürmesi halkın ve medyanın desteğiyle olası.
Okul Müdürü Ali Girgin kafeye geldiğinde sorular sorma fırsatını buldum. Engelliler konusunda toplumsal ilginin asla sürekli olmadığını belirtti Girgin. Toplum bu konuya duygusal yaklaşıyor. NİŞ Kafe’ye de benzeri bir duygusal ilgi gösterildi. Toplum engelliler konusunda bütün sorumluluğu devletten bekliyor, kendisinin de bir rolü, katkısı olacağını düşünmekten uzak duruyor. Basın da ancak bir kampanya gerçekleştiğinde soruna odaklanıyor. Anne-baba yaşlandığında, öldüğünde engelli çocukların durumu ne olur, bu soru devletin ve toplumun ortak sorusu olmalı oysa. Belli birkaç şehirde bulunan barınma merkezleri açık ki yeterli değil.
NİŞ Kafe’de bir kitap projesi için bir yazar arkadaşım ve eşiyle buluştuk. İlkokul öğrencisi oğullarıyla geldiler. Zamandan tasarruf etmek için NİŞ Kafe’de buluşalım istemiştim. Proje üzerine ve başka konularda konuşurken yanımızda resim yapan ve ilginç sorularıyla konuşmamıza dahil olan oğlunun otistik olduğunu söyledi. Doğrusu hiç fark etmemiştim. Karı-koca öğretmenlik tecrübesinden de yararlanarak oğullarıyla doğru bir iletişim kurmayı başarmışlar. Tecrübelerini diğer otistik çocuk sahibi ailelerle ne kadar paylaştıklarını bilmiyorum. Onların oğlu şanslı elbette. Kafede tanıdığım nörodejeneratif bir hastalığa yakalanan melek simalı genç kız da kendisi için elinden geleni yapmaya çalışan, hastalığı konusunda bilinçli ebeveynlere sahip olduğu için şanslı.
NİŞ Kafe’den engelli gençlerin tebessümlerini paylaşmanın kıvancının yanı sıra kuşkusuz kolay hazmedilmeyecek sebeplerle “engelli” ya da “engelsiz” olarak tarif edilen her yaşta insanın yaşadığı –dert edinilmemiş- mahrumiyetlere ilişkin buruk düşüncelerle ayrıldım. NİŞ Kafe olmasaydı Yavuz Beyazıt becerilerini nasıl geliştirir, kafede sohbet etme fırsatı bulan engelli gençler aynı rahat gönülle hangi kapıyı çalardı? Şehrin mekânlarına engelli çocuklarımızı ve onların geleceklerini sürekli hatırlatmanın nasıl mümkün olacağına dair sorularla ağırlaşmıştı zihnim. Göz önünde bulunmaları sadece bedenlerin dilini ve bakışların ifadesini eğitmiyor, dilimizi de yeniliyor. (“Özürlü” nitelemesini kullanmak giderek uyarıyı hak eden bir hata, bir ayıp sayılmaya başladı mesela.) Metroda, köprüde, caddede giderken karşılaşabilmeliyiz. Bu karşılaşmalar engellilere bir lütuf sayılmamalı, kimse engelliliğin sınavlarından muaf olduğunu öne süremez çünkü.
Birbirimize sahip çıkmanın yolu, karşılaşma alanlarından geçiyor. Kimse kimseyi elinde olmadan maruz kaldığı engel yüzünden utandıramaz, utanmaya zorlayamaz. Engelliyi eve kapanmaya zorlayan şartları değiştirme konusunda şehir plancıları ve belediyeler daha ilgili ve duyarlı olmalı. Şehirlerimizin daha ince düşünceli olmasını da en doğru bir şekilde engellilerden gündelik hayatta yüz yüze kaldıkları zorlukları öğrenmek suretiyle sağlayabiliriz.
NİŞ Kafe'de 4 yıldır garson olarak çalışan Yavuz Beyazıt