"Senkronizasyon" diye bir kavram var. Türkçesi "Farklı birimler arasında uyum" demek.
Bugün sanki bunu konuşmak gerekiyor.
Soru şu:
Türkiye'yi yönetenler arasında bir senkronizasyon var mı? Yani devlet birimleri kendi içlerinde bir uyumu sergileyebiliyorlar mı?
Tabii ki anayasal bir yapı olan "Kuvvetler ayrılığı" ilkesini göz ardı etmek olmaz. Farklı erkler var, yasama, yürütme, yargı... Bunlar farklı duruşlar sergileyebilir, sistem peşin olarak bunu kabul etmiş, bir noktada bunu birbirini denetleme yöntemi olarak görmüş.
Ama acaba bunda da bir istisna, ya da sınır olabilir mi?
Devlet erklerinin senkronize olması, uyum içinde bulunması gereken noktalar olabilir mi?
Mesela devlet erklerinin birbiriyle çatışması da sağlık alameti midir? Yoksa "Bu çatışmalar bir yerde dengeye kavuşur" gibi mi düşünmek lazımdır?
Diyelim terör gibi, ülke bütünlüğü gibi, toplumsal barış gibi, güvenlik gibi konularda devlet birimleri uç noktalara savrulabilmeli mi?
Farklı kuvvetleri bir yana bırakalım, kuvvetlerin kendi içinde bir senkron karmaşası yaşaması kabul edilebilir bir şey midir?
Gelin bu başlangıç değerlendirmelerini, şu "Kürt meselesi" denen hadise özelinde değerlendirelim.
İşin içine sınır ötesi harekat dahil en uç ihtimaller girmiş bulunuyor.
İçerde büyük bir sancı var.
Toplumun farklı kesitlerinin ilişkisinde ciddi fay hatları oluşma riski gündemde.
25 yıldan beri devam etmekte olan çatışmalı ortamın sürmesi veya sürmemesi...
30 bin cana 31 bininci ilave olsun mu olmasın mı?
300 milyar dolarlık maddi kayıp, 400'e çıksın mı çıkmasın mı?
En önemlisi, ülke bütünlüğü tehdit noktasına gelsin mi gelmesin mi?
Amerika'ya gidiyorsunuz, Avrupa'ya gidiyorsunuz, her yerde bu konu...
Bakalım görüntüye:
Başbakan, terörle sıcak mücadelenin yanında bir açılımın sinyallerini veriyor:
-Silahları bıraksınlar, diyor.
-Ne denecekse siyaset alanında densin, diyor.
-Halktan iki milyon oy almış bir partiyi kapatıp onlara da dağ yolunu göstermemek lazım diyor. Belki söyleyecek başka sözleri de var.
-Öte yandan, ekonomiden sorumlu bakanını ve bir heyeti, yeni bir ekonomik hamle için bölgeye gönderiyor.
Bu arada, emekli askerler çerçevesinde bile olsa, bir "itiraflar" serisi başlıyor. "Kürt meselesinde hata yapmışız. Kimlik hassasiyetini anlamamışız. Dili yasaklamak yanlıştı!" gibisinden sözler söyleniyor. Bunlar da sivil iradeden beklenen "açılım"a paralel düşüyor.
Bu arada bir önemli çıkış ana muhalefet lideri Baykal'dan geliyor. O da, sanki Kuzey Irak'ı da kapsayan bir "barışçı açılım" arayışında gibi gözüküyor.
Bütün bunlar, iktidar partisi AKP'nin bölgeden, bölge partisi misyonu içinde hareket eden DTP'den fazla oy aldığı bir zamanda yaşanıyor. Bu, DTP'yi de PKK'yı da müthiş telaşlandırıyor. Üstelik önümüzde mahalli seçimler var ve iktidar partisi mahalli seçimlerde, DTP'nin şu anda elinde bulunan yerel yönetimleri de alacak gibi gözüküyor. Telaş müthiş dozlarda.
Bir not daha: Silahlar bırakılsın, ne söylenecekse siyaset alanında söylensin yaklaşımı, bu konuya ters, Türkiye'yi rahatsız edici yaklaşımlar sergileyen uluslar arası camiayı da DTP'ye "terörden soyutlama" istikametinde baskı yapmaya yöneltiyor.
Herkes "Artık onlara bir can simidi lazım. Sakın parti kapatılmasına gidilmesin. Bunu can simidi gibi kullanırlar, siyaset alanı kapalı diye feryat ederler" kanaati hemen herkes tarafından paylaşılıyor. 
Tam bu noktada yargı erkinden çok farklı bir atak sergileniyor.
Yargıtay Başsavcılığı DTP hakkında kapatma davası açıyor.
Evet, işte bu, herkeste "N'oluyoruz?" sorusunun sorulmasına sebep oluyor.
Yargı bağımsız.
Yargı Türk milleti adına karar verir.
Acaba Yargı nereye koşuyor?
Şunu hemen söylemek lazım: Başsavcının dava açması, illa kapatma ile sonuçlanır demek değil. Hiç kuşkusuz kararı Anayasa Mahkemesi verecek. Oradan da ne çıkacağını peşinen bilmek, söylemek imkanı yok.
Ama, sadece kapatma davasının açılması bile ortamı fevkalade germeye yetmiştir.
Şu anda, medyadaki sütunlara bakanlar, Allah'ın bir tek kulunun "DTP'ye kapatma davası açılması tam zamanında olmuştur" demediğini görür. Aksine, hemen herkes, "Niye?" diye soruyor ve hükümet açılımına ket vurulduğu görüşünü serdediyor.
İşte biz buna "Devlet hayatında senkronizasyon kazası" denebileceğini ifade etmek istiyoruz.
Türkiye'de bu, bazen askerle sivil arasında yaşanır. Aslında asker de icranın bir boyutudur ve normalde sivil iradeye tabi olması gerekir ama, reel planda sık sık farklı bir durum ortaya çıkabilir.
Ama sanki, bu son süreçte sivil ile asker de fark edilir bir uyumu sergiler gözüküyor.
Bu defa uyum problemi yargı ile yürütme arasında ortaya çıktı.
"Yargı kararı, DTP'nin yeniden toplumsal taban bulmasına yol açar mı?"
Günün sorusu bu. 
Acaba yargı, bu tür hesaplardan bağımsız mı çalışır?
Bu soru da önemli.
Huntington, değer yargılarındaki farklılaşmalara bakıp, Türkiye'den "Kimliği bölünmüş ülke" diye söz ediyor.
Bu tür senkronizasyon aksamalarına bakıp "Aklı bölünmüş ülke" gibi bir tanımlama da mümkün mü acaba?
Sanırım yeni Anayasa hazırlığının da yoğun biçimde tartışıldığı bugünlerde Türkiye, hem kuvvetler ayrılığı ilkesini, hem de bu senkronizasyon kazalarını bir hayli konuşacak.