Bugün de Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ'un komuta devir teslim törenleri dolayısıyla yaptığı konuşmaların uyandırdığı düşüncelerin bazılarına değinmek istiyorum.
Sayın Başbuğ, "Her konuyu tartışabilme özgürlüğü, devletin varlığını riske sokacak konuları içermez" diyor. Ancak, şurası muhakkak ki, özgürlükçü demokrasi şiddeti savunma ve (belirli bir ırkı, etnik ya da dinsel grubu aşağılama anlamında) ırkçılık yapma dışında bütün ifadelere ve tartışmalara açıktır. Öte yandan, bugün Türkiye'de yapılan tartışmaların önemli bir konusu, tam olarak devletin varlığının nasıl korunacağıdır.
Devletin "üniter" yapısı üzerine ciddi bir tartışma olduğu kesinlikle söylenemez. Ama "devletin varlığının riske girmemesi için" bölgelere yetki devri (devolüsyon) yapılması ya da federalizme geçilmesi gerektiğini düşünenler ve ileri sürenler pekala olabilir. Devolüsyon ya da federalizm Türkiye koşullarına uygun olmayabilir, ama birçok üniter devletin, tam da "varlığını riske sokmamak için" bu yola gittiği bir gerçektir. Bunun Avrupa'daki başlıca örnekleri olan Britanya ve İspanya devolüsyon yapmış, Belçika federalizmi benimsemiştir.
Dünyada 5 bin kadar etnik ve dinsel grup ve sadece 200 dolayında devlet olduğu dikkate alınırsa, çeşitliliğin ölçüsü ülkeden ülkeye değişse de, mevcut devletlerin hemen hiç birinde dil, din ve kültür birliği söz konusu değil. Farklı etnik ve dinsel "alt kimlikler"i yasaklamaya ve bastırmaya kalkan devletlerin bütünlüklerinin tehlikeye düştüğü, bu kimliklere saygı gösteren devletlerin ise varlıklarını korumakta çok daha başarılı oldukları dünya tecrübesinden çıkan temel deslerden biri.
Ne yazık ki Sayın Başbuğ'un ileri sürdüğünün aksine, yalnız tek parti döneminde değil, 1990'lara gelinceye kadar Türkiye'nin kimlik politikaları farklı etnik ve dinsel kimlikleri, Türkleştirme ve (Diyanet İşleri Başkanlığı'nın temsil ettiği yorumla) Sünnileştirme amacını gütmüştür. Bunda önemli ölçüde başarı sağlandığı da kabul edilmelidir. Ne var ki 2. Dünya Savaşı'nın, özellikle Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra insan hakları ve demokrasi fikrinin giderek yayılmasıyla birlikte, "tekkültürcü / asimilasyonist" politikalar büyük tepkiyle karşılanmaya başlamış, devletin varlığı açısından ciddi bir risk haline gelmiştir. Türkiye'yi AB süreci bağlamında "alt kimlikleri" tanımaya sevkeden de, tam olarak bu risktir.
Bugün Türkiye'de "devletin varlığının riske girmemesi" için en önemli güvence, "üniter devlet" kavramının "üniform (yeknesak, birörnek) toplum" şeklinde yorumlanmasından vazgeçilmesi. Toplumun bütünlüğünü, ülkenin birliğini sağlamanın yolu, toplumu, yasak ve baskıyla birörnekliğe zorlamak değil, farklı etnik ve dinsel kimliklerden yurttaşların devlete gönüllü bağlılığını sağlamak. Bu da, elbette ki ancak farklı kimliklere saygı gösterilmesi, eşit haklar tanınması ve sosyo-ekonomik eşitsizliklerin giderilmesiyle mümkün olabilir.
Sayın Başbuğ'un laik düzenin Türkiye'de "demokrasinin gelişmesinde ana itici güç" olduğuna dair görüşüne de itirazlarım var. Ne yazık ki Türkiye'de anlaşıldığı ve uygulandığı şekliyle laiklik (yani devletin dinin yorumunu tekeline alması, dini denetlemesi ve dini özgürlüklere demokratik haklarla bağdaşmayan kısıtlamalar getirmesi) demokrasinin gelişmesine destek değil, aksine köstek olmuştur. Bu tür laikliğin "korunması ve kollanması" adına demokratik haklara getirilen her kısıtlama, demokratik sürecin işleyişine yapılan her müdahale, yaklaşık altmış yıllık tecrübeye rağmen demokrasinin yerleşmesine engel olmuştur. Laikliğin güvencesi, anti-demokratik yasak ve baskılar değil, devletin bütün inançlara eşit haklar tanıması ve eşit saygı göstermesini de içeren özgürlükçü demokrasidir.
Sayın Başbuğ'un demokrasiyi Cumhuriyet'in laiklik yanındaki "diğer temel ilkesi" sayması ve AB'ye tam üyeliği TSK için "Atatürk'ün amaçladığı 'çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkma' doğrultusunda önemli bir araç" olarak nitelemesi ise elbette ki memnuniyet verici.
Kaynak: Zaman