“Adam olursun sanıyorduk, de hadi git çoban ol!...” halk düşmanlarına yol veren son söz bu olmalı.
Siroz, tifüs, kanser… bil umum maraz.
Bütün organları birbirine girmiş operasyona muhtaç canlı bir kadavra, devlet dediğimiz bu kutsal heyula…
“Etibba merhem etmekten aciz, ömrüyle yaşıt derd-i derunu var” dense sezadır.
Başkumandan, baştabip Mustafa Kemal adadığı ömrünü yetiremedi bir güzel gün görmek için.
İsyan ve şekavetle uğraştı nihayet bulana dek o aziz ömrü.
Astı olmadı, kesti olmadı, bizatihi ders verdi, alfabeyi öğretti başöğretmen sıfatıyla o da olmadı. Mahkemeler kurdu Samanpazarı’nda, şehir meydanlarında. Olmadı gitti.
Gözleri açık gitti…
Onu kimseler anlamadı. Anlayanlar da işte Deniz Baykal olup milletin tepesinde bitti.
Cihan savaşından çıkmış, yedi düvelin kuyruğuna teneke bağlamış, izan, marifet, medeniyet getirmiş, çağlar üstü ilkeler ve devrimler bırakmış bir büyük kumandanı, gel gör ki, ne anlayan oldu ne de anlamak isteyen. Mirası üzerinde hırlaşanların 10 Kasımdan 10 Kasıma andığı bir anıt olarak sadece naçiz bedeniyle itibara alındı.
Maraza müptela olacağını bildiğinden erkenden karantinaya aldı milleti.
Hazmı kolay, haşlanmış patates değildi ikram ettiği, koca bir devlet, bir memleket. Aslında haris ve muhteris haleflerini gözlerinin bebeğinden tanıyordu. Onunçün veda hutbesi (Gençliğe Hitabesi)’nde ancak ihanete meyyal insanlara söylenebilecek o kederli ve mütevekkil nutkunu irad etti.
O, “demokrasi” dedikçe aveneler ona “Haşmetmeab Sultanım” dediler. Anladı ki henüz erken. Ve bu durum Ferrariye tüp taktırmak gibi çağdaş bir görgüsüzlüğü çağrıştırıyordu. Oysa yüksek performansla, çağcıl mesafelerin ilerisine ses duvarını yıkan bir hızla ilerlemek istiyordu.
Ve ömrünün nihayetine kadar “monokrasiyi” “demokrasi”nin yerine muvakkat niyetle idame etti. Ebedi Şef böylece ebediyete irtihal etti.
Küçük kafalı fırıldak gözlü muhteris aveneler bunun ilelebed bir fikir olduğu zannıyla bu monokratik “Özne düzenini” kendilerine uyarlayarak uygulamaya koydular. Ve fakat bu uygulama 1950 yılına kadar adı cumhuriyet olan bir ülkede “monokrasi” olarak kök söktürdü.
17 Haziran 1945’te aynı özne düzeninin varisleri arasından 4 kişinin, Atatürk’ün halefinin büyük ve de sağır kulağına laf atlatmaktan duydukları azap ve usanç ile verdiği takrir (önerge), ilkeleriyle müesses cumhuriyeti yeniden tanzim etmeye yöneldi.
“Monokratik düzenden” “bürokratik düzene” geçiş dönemi, çok değil, 5 yıl sonra yapılan ilk seçimle başladı. Siyasi iktidar “demokrasi” adına vardı ama devleti monokratik dönemin tayin edilmiş bürokratları yönetiyordu.
Çok geçmeden bürokrasi döneminin iktidar mazlumları ipe gitti. Ama halk artık bürokrasiyi monokrasiye tercih etme bilincini iktisap etmişti.
Tabi aralarda, canı sıkılan silahlı bürokratlar (Talat Aydemir gibi) orayı burayı basıp bağırıyorlardı. Ve hepsi de “Türk Milleti’nin refahı, huzuru, hızla çağdaş uygarlık seviyesine yükselmesi, eşitlik, bütünlük ve güvenlik içinde, milli şeref ve haysiyetle bütün hürriyetlerine sahip olarak barış içinde yaşaması…” gibi fevkalade demokratik ideallerini anons ediyorlardı bastıkları radyolardan, daha Demirbank bile üç kere iyi günler dilemeden..
Başaranlar Cumhurbaşkanı oluyordu, çuvallayanlar da ipe gidiyordu.
1983 senesine kadar bu ülke “bürokrasi” ile yönetildi.
Netekim Paşanın duruma el koyması ile yeni bir dönem başladı bu ülkede…
“Kleptokrasi….”
Yani hırsız ve egemen ilişkisi.
Rahmetli Özal’la başlayan hırsız-egemen odaklı ilişki sermayesi, bir sürü zengin türetip sürdü meydana…
Özal cumhurbaşkanı olunca Hırsızlar iktidar oldu. Çalıp paylaşacak bir şey kalmayınca devr-i şadileri nihayet buldu.
Hadım siyaset mimarı şişman Sülo döneminde sistemin ayarının bozuk olduğunu anlayan vatanperver silahlı bürokratlar bu hastalıklı bünyeyi şok tedavisi ile uyarmaya başladı. Yağ kontrol, balans ayarı tuttu ve “Milli Görüş”ler “ebedi çöküş”le bab-ı hükümetten itizal etti.
2002’ye kadar sürdü bu “kleptokrasi” düzeni.
Ve yeni dönem başladı.
Özal’dan kalma hırsızlar bürokratlarla iyi geçiniyorlardı. Ve her dönemin modasına göre takke takmayı iyi biliyorlardı.
3 Kasım 2002’de yeni dönem başladı.
“Plütokrasi…”
Yani varsıl-egemen yönetimi.
1983 sonrası hırsızlıkla zengin olanlar artık beyefendi olmuşlar ve iktidarlarla anlaşmanın azami gücünü kesbetmişlerdi...
AKP’nin, iktidara gelme acelesi olduğu için, tüm bu kelekleri seleksiyondan geçirmeye fırsat bulamamıştı.
Bu sefer müminler iktidar oldu ama zenginler müktedir oldu.
Hülasa bu cumhuriyete her türlü don giydirildi “demokrasi” hariç.
Şimdi yeni bir dönemin eşiğindeyiz.
28 Ağustos 2007 itibariyle yeni bir dönem başlayacak.
Adını “demokrasi” koymak istiyorum.
İçinde “Demos” olsun.
Şimdi bu hastalıklı bedeni ayağa kaldırmak için “organ nakli” yapmanın zamanı.
“Beyin” hariç tüm organlar değişmeli…
Çünkü devlet dediğin beyinsiz (ideolojisiz) olmalı.
Önemli olan “kalp” naklidir. Devlet bünyesine “millet”i kalp olarak yerleştirmeli.
“Devlet” dediğin “millet kalbiyle” sevmeli ve onun kalbiyle buğz etmeli.
Mesela başörtüsüne de, (terörize olmamış) ekstrem düşüncelere de özgürlük vermeli.
Ağlayabilmeli bir devlet. Gülebilmeli.
Halkın derdini sezebilmeli.
“Sezer” gibi olmamalı.
Eşinden ötürü bir kadına hakaret etmenin aşağılık bir dram olduğunu dünya âleme bildirmeli.
Ben kimseden jest beklemiyorum.
AKP’de bir Abdullah Gül var.
O da; Cevdet Sunay, Cemal Gürsel, Fahri Korutürk gibi olmayan, milletine karşı tam tekmil, esas duruşlu bir adam.
Organ nakli başlasın. Kan değişsin. Kalbi atsın artık atacaksa devletin.
Allah devlete zeval vermesin.
Sayın Baykal;
De hadi git çoban ol… Söyleyeceğin türkü şu olsun;
“Yandı Gül’üm keten helva”