Asya-Pasifik bölgesinin küresel ekonomik ve siyasi öneminin artması, 2012 yılında Vladitovostok’taki APEC toplantısına katılan herkes için açık bir öncelikti. Küre çapından gelen temsilciler bölgenin vaatkâr geleceğini tartışmak üzere toplanmışlardı. Fakat bölgedeki son gelişmeler “büyük fırsatlara büyük risklerin eşlik ettiği” aksiyomunu bir kez daha teyid etti.

Japonya ve Çin ilişkileri on yılların en düşük seviyesinde. Çin’in 19’ncu yüzyıl sonlarından beri hak iddia ettiği adaları Tokyo’nun (özel sahiplerinden) satın alma kararı Pekin’de savaş naralarına yol açtı. Fakat bu iki ülke, bazılarının korktuğu gibi adalar yüzünden savaşa tutuşmayacaklardır: Bedeli daha da yüksek olacaktır.

Yani bu olaylar Asya’daki ilişkilerin nasıl şekillendiğini ve bu temayüllerin zaman içerisinde daha da kemikleşeceğini resmetmektedir.

Toprak iddiaları küresel politikanın mutad işlerindendir. Bölgede toprak iddialarına bulaşmamış ülkeleri saymak çok daha kısa sürer. Çin, Japonya, Kore ve Hindistan gibi başlıca büyük aktörler oldukça karmaşık tarihleriyle ve de toprak savaşlarıyla (mesela Çin ve Hindistan arasındaki) böbürlenirler. Vietnam, Filipinler, Malezya, Endonezya ve Tayvan gibi daha küçük ülkeler ise bir dizi deniz ve toprak ihtilaflarına kilitlenmişlerdir.  Söz konusu gerilimlerin derecesi farklı farklıdır ancak Asya’nın siyasi haritası yanlış bir adımın patlamayla neticelendiği bir mayın tarlasını andırmaktadır.

Neredeyse tüm toprak ihtilafları özde kaynak meselesidir: Petrol, doğalgaz, nadir bulunan elementler, geçitler, balıkçılık vb. Fakat sırf kaynaklar üzerinde ilerleyen bir ihtilaf olmakla kalsaydılar tüm gerilim ve tezatlara rağmen bir çözüm yolu bulunabilirdi gene de. Kaynakları her iki tarafın âdil diye nitelendireceği şekilde bölmek zordur. Ancak bir tür mutabakata varmak, kazançlı bir gelişmeye başarıyla ulaşmak mümkündür ve bir açmazdan daha iyidir bu.

Bu meseleler, maddi kazançları bir yana, her daim “itibar” gibi soyut bir boyut da taşır. İşte bunu çözmek imkânsız değilse de son derece güçtür.

Japonya bu adaları niçin millileştirme kararı aldı? Büyük bir ihtimalle Tokyo, bölgedeki med-cezirlerin kendi aleyhine döndüğünü hissediyor. Rusya, Asya’daki haklarını ve niyetlerini vurgulamanın bir yolu olarak Kuril Adaları üzerindeki egemenliğini gösterişli bir şekilde tekrar tekrar teyid ediyor . (Dmitry Medvedev önce başkan ve şu an da başbakan sıfatıyla adaları ziyaret etmiştir.)

Güney Kore de benzer adımlar attı; G.Kore devlet başkanı da Japonya’yla ihtilafta oldukları adaları ziyaret etti. Çin geçen yıl yakın denizlerde özel çıkarları olduğunu ilan ederek komşularını ve ABD’yi sinirlendirdi. Amerika, Asya’ya odaklanma niyetini izhar etmiş olmasına rağmen Ortadoğu’da belki de öncekinden çok daha fena şekilde açmaza sürüklendi.

Bu şartlar altında, kararlı bir eyleme girmediği takdirde Tokyo durumun kötüleşeceğine inanıyor belli ki. Adaların millileştirilmesi, mülkiyet ihtilafında sırf sembolik bir eylemdir. Önleyici darbe tıpkı muharebede olduğu gibi sembolik bu eylemde de can alıcıdır.

Bu sembolik unsurun yanısıra, Japonya’nın hareketlerinin pratik bir amacı da olabilir. Japonya savunma bakanı, Amerikalı mevkidaşı Leon Panetta ile görüştükten sonra Panetta’nın ihtilaflı adaların Amerika-Japonya güvenlik anlaşması çerçevesinde olduğuna dair kendisini temin ettiğini söyledi. Başka bir ifadeyle, ABD her hangi bir olay durumunda müttefiklerini savunacaktır. Panetta bu konu hakkında demeç vermedi fakat Washington’ın başka bir seçeneğinin olmadığı da açıktır.

Amerika, Çin’in küre çapında artan nüfuzundan kaygılı fakat söz konusu olan Pasifik olduğunda bu kaygı daha bir acılaşıyor. Bunun nedeni kısmen de Amerikan ortakları ve müttefiklerinin yaşadığı tereddütlerdir. Hiçbirisi de tek başına Çin’le yüzleşmeye hevesli değil ve böylesi bir yüzleşme senaryosundan kaçınmanın iki yolu var. Ya Çin’in akranı veya ondan daha büyük güvenilir bir hâmi bulursunuz yahut da ilişkileri Pekin’in suyuna gidecek şekilde yönlendirirsiniz.

İlk yola ihtiyaç hâsıl olduğunda Washington’ın Çin’le karşılaşmaya istekli olduğundan eminseniz girersiniz ancak. Amerika hazır değilse, kaçamak cevaplar veriyorsa, Çin’in komşularının hâlihazırda yaşadıkları tereddüt katlanarak artar. Hatta Asya-Pasifik bölgesindeki tüm ilişkilere zarar verebilir.

Dolayısıyla da Japonya, ABD’nin Tokyo’ya destek vermeyerek müttefiklerinin güvenini kaybetme riskine gireceği bir durum yaratarak muhtemelen kazanacak taraf olmuştur.

Washington’daki ciddileşme anlaşılır bir haldir. Analistler Amerika ve Çin arasında askeri-siyasi bir karşılaşmanın kaçınılmaz olduğuna inanıyorlar nicedir.

Askeri üstünlük bakımından daha zayıf taraf olduğunun farkında olan Çin, uzun yıllardır böylesi çatışmaları tetikleyecek ihtilaflardan kaçınmak için uğraşıyor. Vakti zamanında Deng Xiaoping Çin’in ekonomik üstünlük tesis etmesi, siyasi ihtilaflardan kaçınması gerektiğini savunmuştu. Pekin son yıllarda bu ayartmaya karşı koymayı güç buluyor.

Çin, çok kışkırtıcı olmaya cüret etmedi her ne kadar bölgesel gerilimler onu gitgide daha alıngan bir tutuma teşvik ediyorsa da. Amerika bundan kazançlı çıkabilir. Eğer Pekin, Washington’ı test ediyor olsaydı, kaybeden tarafta olabilirdi - ki siyasi meydan okuma arzusunu yok edecektir. Her ne kadar 15-20 yıl sonra neler olacağını tahmin etmek zorsa da şu an ki durumuyla, Washington farazi bir çatışmada başarıyı garantilemiştir.

Pekin’in anlamış göründüğü bir şeydir bu. İşte bu yüzden de savaş gemileri ihtilaflı alana yaklaşıyor ama ötesine geçmiyor. Saldırgan baskınlar ancak silahsız – kesin olarak sivil – araçlarla yapılıyor. Sayıları yüzleri buluyor ve göz korkutucu bir hava kazanıyorlar fakat resmi olarak onlarda kusur bulmak zordur. Japonya’nın bunlara yapacağı bir saldırı, taarruz eylemi olarak algılanacaktır.

Millileştirilen adalar üzerindeki bu son kriz büyük bir ihtimalle dinecektir. Çin ve Japonya’nın kar-zararları başa baş gelecek, bir sonraki gerilim turunu sonraya bırakacaktır. Şu an için tarafların hiçbiri de pahalı ekonomik bağları feda etmeye hazır değil.

Ancak siyasi ihtilaf ortadan kaybolmayacaktır. Sıkıntı verici varlığını kenar çizgisinde sürdürecek, dönemsel olarak tırmanacak ve her tırmanmayla birlikte keskinliği artacaktır. Bu bağlamda Rusya’nın rolü gelişmeleri izlemektir yoksa taraf tutmak değil. Edilgen izleyici olma imtiyazının tadını çıkarabiliriz. ABD’nin güç yetiremeyeceği nadir bir lükstür bu.

Kaynak: Russia in Global Affairs

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı