Nevruz tatilini olabildiğince uzatır İranlılar, ülke içi ve sınır  ötesi yolculuklarla. Çevre ülkelere gidip de dönenlerin haddi hesabı yok; gazetelerde de okuyabileceğiniz bu bilgi,    Urumiye’de bulunduğum geçen haftanın haberleriyle de doğrulandı.  Genç kuşak Nevruz tatili günlerini alışıldığı şekilde aile muhitinde değil, yolculuklarda geçirmeyi tercih ediyor. Öncelikle vize engeli bulunmayan yakın ülkelere gidiliyor elbet. “Erbil’e İran’dan arabalar gidiyor, en değersizi Pride” diyerek, gözlemlerini aktarıyor, Erbil gezisinden yeni dönen genç bir kadın. Pride, montaj ürünü olsa da yerlileştirilmiş az benzin tükettiği için de tercih edilen bir araba.

Urumiye, Şahlık zamanında, “İran’ın İsviçre’si” olarak bilinirmiş. Verimli toprağı ve ticari alanda da merkez olma özelliğiyle zengin manzaralar sunan şehir, üniversitesiyle de bir çekim alanı oluşturuyor. Geleneklerine bağlı, gezmeyi tozmayı, eğlenmeyi seven, giyim kuşamını önemseyen, büyük ve bahçeli evlerde oturmayı idealleştirmiş, geniş aile yapısını koruma konusunda titiz bir halkı var. Ayak bastığınız günden itibaren davetlerin, iadei ziyaretlerin, şenliklerin ardı arkası kesilmiyor. İnsanlar sanırsınız yaz-kış paylaşılan ve cenneti hatırlatan bir  “canlı ilişkiler bahçesi”nde, bütün hayatları boyunca sürecek bir ziyafeti paylaşıyorlar; kişisel dramlara karşılık.

Hoş bu şehirde pek trajedi yaşanmaz gibi geliyor insana, seçimler, seçenekler o denli belirli ve tartışılmaz görünüyor. Sanki aile ilişkilerinin engin bahçesi bütün açmazları kendine özgü muhakemesiyle çözümleyebilir içinde.  Teorik olarak depresyon, sanatçı bunalımı, boşanma, toplumsal kuralları hiçe sayan aşklar, kuşak çatışmaları ve psikanalizmin alanına giren türlü kompleksler  yaşanamaz bu ortamda. Tabii, gençler her türlü maniayı aşabilen ayartılara kapılarak başka alemlere uzanmıyorlarsa...

Urumiye halkının büyük bölümü  tatil günlerinde şehrin etrafını çevreleyen üzüm ve elma bağlarına akıyor. Bunun dışında ilgi gören bir teneffüs alanı ise, Şehir Çayı kıyısında yer alan Bend’deki kahveler. Bend’e giderken sanki apansızın Sır Dağı çıkıyor karşımıza; göz önünde fakat yalnız, şehre yakın, yine de kendi halinde...  Şehrin 12 km. uzağında bulunan 1700 metre yüksekliğindeki Sır Dağı’nda halihazırda Türk, Kürt ve Ermeni köyleri var. Bazı köylerde nüfus karışıyor da... “Bu dağda zamanında Türkler, Kürtler ve Ermeniler birarada yaşamışlar, hâlâ da yaşıyorlar” diye açıklama yapıyor, konuğu olduğum evin gençlerinden biri. Bend kahvelerini geçiyor, baraja doğru gidiyoruz. Barajın kıyısında Kürt aileler oturmuş piknik yapıyorlar. Kadınların uzun etekli ve kat kat rengarenk giysileri, tabiatın canlanan renkleriyle bütünlük içinde. Gerçi şehrin yıldan yıla artan Kürt nüfusu giderek geleneksel giysilerini terkediyor. Eskiden cadde kıyılarında oturmuş çocuğunu emziren Kürt kadınları görürdüm, muhtemelen şehre çevre köylerinden birinden gelmiş olan; artık onlara rastlamıyorsunuz. (Bir köşeye büzülmüş bebeğini emsiren bu kadınları kimse yadırgamazdı da... Emzirme sırasında göğüs cinsel niteliğinden uzaklaşıp kutsal bir biberona dönüşürdü, annenin bebeğine bakışının yaydığı havayla da; yoldan gelip geçen kalabalıktan kopuk duran, kalabalığın da özel bir bakış atfetmeden yanından geçip gittiği emzirme sahnesini izlerken bana öyle gelirdi.)

Genç  Kürt kadınları şehirli herhangi bir kadın gibi giyinmeyi yeğliyorlar artık.

Kürtler eskiden bir yabancı gibi dolaşırlarmış şehirde. Giderek kaçak eşya satışıyla varsıllaşırken, şehrin gözde semtlerine yerleşmeye başlamışlar. Butikler, dükkanlar açmışlar. Villalar yaptırmışlar. “En son model arabalara biniyorlar şimdi, Hayyam Caddesi’nde bağazalar açıyorlar”, diye anlatılıyor, bir sofra başında.

Bir de, Urumiye’ye bir süredir Türkiye’den bir işadamı akışı olduğu dikkat çekiyor. “Türkler Bend’i ele geçirdi”, diyor biri, baraj dönüşü oturduğumuz su kıyısında bir kahvede. Söz konusu olan hem mağazalar, hem de şarkılar. Zülfi Livaneli bir taraftan, İbrahim Tatlıses öte taraftan. Lahmacun, pide dükkanları kaplamış ortalığı. Urfa Sofrası. Maraş Dondurması.  Döner ve Pizza Evi. İstanbullu Ankaralı mağazalar.

Şehrin en eski camisi olan Cuma Mescidi uzun zamandır etrafındaki külliyeyle birlikte restore ediliyor.

Miladi 1200 yıllarında yapılmış olan Cuma Mescidi, Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyor. Yapımında İsfahanlı ustalar çalışmışlar. İçinde dolaşırken kemerlerinin ve sütünlarının  yenilerde gördüğüm Kayseri’deki Hunat Hatun Camiinin üslubuyla benzerliklerini farkediyorum. İbadet mekânının ilerisinde uzayıp giden kemerler, loş ışıkta caminin derinliğini sonsuzca uzatıyor sanki. Mescid, şehrin en önemli alışveriş merkezi olmaya devam eden eski çarşının içinde. Az ötede ise Sünnilerin devam ettiği görkemli İmam Şafii camisi var. 

Urumiye’de Azeri Türkleri, Kürtler ve Ermeniler yüzlerce yıldan bu yana birarada yaşıyorlar.

Hayyam Caddesi’nden girilen bir ara sokakta bir Aşuri (Süryani) kilisesi var; Hz. Meryem Kilisesi. Hz. İsa’nın doğumuna ilişkin haberler üzerine Kudüs’e giden, İsa (a.s.) annesinin kucağında konuşmaya başladığında, bu sahneye  tanık olup da temsil ettiği söze iman getiren  üç Zerdüşt din adamı tarafından yaptırtılıyor bu kilise. Dolayısıyla, bütün dünyada Kudüs’te dikilen ilk kilisenin ardından yapılan ikinci kilise olarak da önemseniyor.

Küçük, sade kilisenin ibadet salonu dar bir koridorla ikinci bir salona açılıyor. Etrafında, cemaatinin eğitim ve sosyal faaliyetlerine yönelik olarak yapılar oluşturulmuş sonradan.

Bir de Ermeni kilisesi var ki Sır Dağı’nda; ona gitmeye fırsat bulamadık. Marsergiz kilisesine, Ermeni olsun, Aşuri olsun, bütün hristiyanlar gidiyor.

Bölgede her zaman karşımıza çıkan Ferhat ile Şirin efsanesi Sır Dağı’na da dokunmadan geçmemiş. Müslüman ahali şöyle anlatıyor Marsergiz  kilisenin hikayesini: 1700 yıl önce, Sasaniler döneminde demek ki, Şirin isimli bir kadın hükümdar yaptırtmış bu yedi metre yüksekliğindeki taş kiliseyi. Anlatılanlara bakılırsa Şirin, Sasani şahı Hüsrev Perviz’in Hristiyan eşidir. 

Rivayete göre miladi 200’lü yıllarda Rum İmparatoru Maximianus, yakın adamı Sergis’i Hristiyan olmaktan vazgeçiremeyince öldürtür.  Bir Ermeni kralının kızı, aynı zamanda Hüsrev Perviz’in karısı olan Şirin ise, Urumiye’deki Sır Tepesi’nde Sergis için bir kilise yaptırtmaya ahdeder.

Hüsrev Perviz, Nizami’nin Ferhat ile Şirin anlatısında görünen üçüncü  kahraman ve Amasya kenti hükümdarı Hürmüz Şah’ın oğludur.

Sır Dağı’ndaki  köylerde hâlâ Ermeniler yaşıyor. Bu tepede insanlar yüzyıllarca birarada var oldular, kendi âlemlerini de koruyarak. 

Belki de en fazla dağlar gizliyor toplumların tarihini, ele geçirilmesi zor yapıları nedeniyle. Şehirde bambaşka bir nitelik kazanan toplumsal yapılanma, dağ köylerinin koruduğu gerçekliği bir yere kadar gözardı edebilir. Önce kimdi göçen, daha sonra kimler oldu hüküm süren, kim kime zulmetti, o yapı o şarkı o destan en çok kimin eseridir...

Dağın ismindeki “sır”, neyi anlatıyor, şehrin yerlilerinin dahi bildiği yok. 

Dağın eteklerini tırmanırken bile Urumiye halkının bir köşesinden paylaştığı, cennete öykünen o geniş bahçenin içinde ilerlediğiniz hissine kapılıyorsunuz. Dağın ismindeki “sır”, hadden aşırı merakları sınava çeker gibi kendini gizliyor. Bilinç emaneti bahçenin mutluluğunu kısıtlayan bir tehdit. Geçmişin kara sahneleri de ortalıkta gezinip durmamalı. Trajediden hoşlanmayan Urumiye halkı,  efsaneleri de imbiğinden süzerek korumacı yapısının geniş bahçesinde dinletilebilir bir içerikle yeniden var ediyor.