David Cameron'ın, 23 Ocak'ta, Avrupa'ya ilişkin en kötü konuşmayı yapacağı bekleniyordu. Fakat bu endişe sağlam temellere dayandırılmamıştı. En azından tamamen değil. Aslına bakılırsa, İngiltere Başbakanı şimdiden Avrupa Birliği üyeliğine ilişkin 2017'de yapılması öngörülen bir referandum vaat etti ve Muhafazakar Parti'nin sağ kanadını yatıştırmak için, bu girişiminde oldukça Avrupa Birliği karşıtı bir üslup takındı.

Fakat bir kez daha, Avrupalı partnerlerine güvence vermeye ve Büyük Britanya'nın AB'den çıkışının sonuçlarına ilişkin vatandaşlarını uyarmaya kendini mecbur hissetti. Onun gözünde Avrupa, Krallığın dışişlerinin merkezinde yer alıyor.

Kötünün iyisi. Aslında euro'dan kaynaklanan korkular nedeniyle ortaya atılan farklı alternatif senaryolar mütemadiyen ciddi değiller. ABD ile yakınlaşma bazıları tarafından ısrarla tavsiye edilmiyor mu? Eskiden kalma Anglo-Amerikan suç ortaklığının artık geçmişte olduğu gibi yürümediğini anlaması için, İngiltere'nin, Yirmi Yediler Avrupası'ndan çıkışına karşı Obama yönetiminin uyarılarına kulak vermesi yeterli.

İngiliz milletler topluluğunun canlanışı mı? Britanya imparatorluğunun yükselişi mi? Lokomotifleri Avusturalya ve Kanada olmak üzere, elli dört ülkeyi tuhaf bir biçimde bir araya getiren bu eski hanedan, artık Asya veya Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Hindistan'da aniden sona eren eski sömürgecilik faaliyetlerinin cazibesine gözünü dikiyor.

İsveç ya da Norveç strateji mi? Başbakan'ın kendisi bu teoriyi "aşırılar"ından alıntıladığı bir örnekle ıskartaya çıkardı. Büyük Britanya, Brüksel üstündeki tüm siyasi nüfuzundan mahrum kalabilir ve şimdi Birlik bütçesine yaptığı mali katkı göz önünde bulundurulursa, mevcut katılımından daha pahalıya mal olabilir kendisine bu.

Rakipsizliğin ihtişamına dönüş yapmanın savunuculuğunu yapmasına gelince, engellerine takılmadan küreselleşmenin nimetlerinden yararlanmak amacıyla, köhne hayallerini açığa vuruyor. Birleşik Krallık, yabancı yatırımcıların gözündeki cazibesini önemli oranda yitirebileceği gibi, Londra'nın euro'ya ilişkin güncel işlemlerindeki üstünlüğünü de yitirebilir.

Avrupa bu yüzden kötünün iyisi. Alelade bir güç olarak var olduğu sürece, Birleşik Krallığın, Avrupa Birliği'ndeki mevcudiyetini sürdürmesi gerekiyor. Hükümet lideri bir açıklamasında şunu kaydetti: "Yalnızca Büyük Britanya için daha iyi bir anlaşma istemiyorum, Avrupa için de daha iyi bir anlaşma istiyorum."

Bu İngiliz retoriği, Margaret Thatcher'ın vergi iadesi, yardım fonları ve kamusal borçlardan muafiyet talep eden –ve elde eden– meşhur feveranlarından bu yana bitmek bilmiyor! Ancak bu eski veto ya da geri çekilme şantajı kütleşti. Fransa ve Almanya'nın dışişleri bakanları, Laurent Fabius ve Guido Westerwelle, bunu yakın zamanda şu sözlerle yinelediler: "Kimilerinin, Birliğin yükümlülüklerine saygı duymaksızın kazanımlarından yararlanmak olarak gördüğü 'alâkart' Avrupa, makul bir seçenek değil."

Şu günlerde euro bölgesi liderleri bankacılık, bütçe ve siyasete ilişkin entegrasyonu derinleştirmeyi düşünüyorlar. David Cameron, Birleşik Krallığın marjinalleşme riskinin iyice farkında.

Avrupa Birliği'nde tek başına duruşu Londra'ya eski Amerikan dışişleri bakanı Dean Acheson'un insafsız ifadesinin aksini ispatlama olanağı verecek: "İngiltere, imparatorluğu kaybetti ve fakat kendine hala yeni bir rol bulamadı." Bu acı tespit, referandum vaadine güzel uyuyor...

Kaynak: Le Monde – Başyazı
Dünya Bülteni için tercüme eden: Muhsin Korkut