Bugünküne benzer ortamlar yalnız gerilim ve çatışmacı bir atmosfer oluşturmakla kalmaz, basbayağı körlük de yapar. İki tarafta kılıçlar çekilmiş, toplar-füzeler hedefe kilitlenmiş durumdayken, bir yerlerde biraz yüksek sesli bir karın gurultusu bile büyük bir savaşı başlatabilir.
Sağduyu çağrıları bu sebeple yerindedir.
Ancak sonuç alabilmek için, çağrılarla yetinmeyip, çekilmiş kılıçları kına sokacak, karşı tarafa çevrilmiş ateşli silâhları kuma gömecek, düğmesine basılmaya hazır bekletilen füzeleri ambara kaldıracak daha kapsamlı bir 'ateşkes' girişimine ihtiyaç var.
Bu da ancak iki tarafın birbirini anlaması ve ortak bir zeminde buluşmasıyla sağlanabilir.
Taraflardan birinin 'darbe' sözcüğünü aklından çıkaramadığına kuşku yok. Ülkede sesi yüksek çıkan bazı çevrelerin demokrasiden umutlarını kestiği üzerine oturuyor değerlendirmeleri. Halktan destek bulamayan, çareyi başka bir güce dayanmakta arar; karşı tarafın böyle bir arayış içerisinde olduğu düşünülüyor. Önce dışarıda aradılar böyle bir desteği, bulunamayınca 'sivil-asker bürokrat' tribünlerine bakılıp eski ittifaklar canlandırılmaya çalışıldı. Bürokrasi içerisindeki işbirlikçiler eliyle sisteme müdahaleler başlatıldı.
Bir taraftan bakıldığında Türkiye'nin görüntüsü en basit sözcüklerle böyle...
Diğer taraf da 'manzara-yı umumiye' olarak farklı bir tablo görüyor. İktidarın, gücünü, ülkeyi kendi istediği istikamette dönüştürmeye zorlamak için kullanmaya kararlı olduğu varsayımının tablosu bu ve gördüğünü 'karşı-devrim' olarak değerlendiriyor. 28 Şubat'ın yöntemleriyle kısıtlanmış hakların kaldırılması yolundaki her çaba bu tarafın kuşkularını pekiştiriyor.
Zihinler bu denli keskinleşince tarafların attığı her yeni adım belirlenmiş stratejiyle irtibatlı görülüyor. Bir tarafın her yaptığı, her söylediği 'darbe' beklentisine, diğerinin yapıp söylediği ise ülkeyi muhafazakârlaştırma niyetine yoruluyor. Kimbilir belki iki taraf da birbirleri hakkındaki kuşkularında haklıdır; kendi hallerine bırakılsalar, biri 'asker-sivil bürokrat' öncülüğünde Baasçı bir yönetimi, diğeri de herkesin dinî emir ve yasaklara zorla uydurulduğu bir düzeni yeğleyebilir... Önyargı ve kuşkuları giderecek çıkışlara ihtiyaç olduğu kesin.
Sağduyu çağrılarıyla çözülemeyecek olan bu önyargıların nasıl giderileceğidir.
Unutulmaması gereken bir nokta var bu denklemde: Taraflardan biri kurallara tâbi bir yapı içerisinde hareket ediyor; her davranışı, söylemi ve icraatı denetim altında. Yalnızca yargı denetimi değil kast ettiğim, kendi Meclis grubunun, parti yapılanmasının ve sonuçta halkın da denetimi söz konusu. Buna karşılık, diğer taraf, herhangi bir denetime tâbi değil; karanlık bir alanda yapıyor yapacağını ve denetim mekanizmaları üzerine gittiğinde müthiş tepkiler veriyor. Sağduyu çağrısının işe yaraması için tarafların herkesçe kabul edilebilir ortak bir zeminde buluşması gerekir.
Sağduyu çağrısı yapanlar, kendilerine göre yeniden tanımlamadan, anlamını eğip bükmeden demokrasiyi buluşma zemini olarak kabul ederler mi? Basit bir soru değil bu; iki tarafın da ayak oyunlarından, sol gösterip sağ vurmaktan, güçlerini kuralsız kullanmaktan vazgeçmeleri anlamına geliyor. Sivil-asker bürokrasiyi kışkırtmadan, ya da halkı her aşamada devreye sokmadan durabilecek mi bakalım taraflar?
Çağrıyı ilk yapana, temsil ettiği anlayış adına bu konuda kesin bir taahhütte bulunma görevi de düşüyor. Aksi halde, yaptığı çağrı, zor altında kalınca başvurulmuş, sonuç almaktan uzak, anlamsız bir çıkış olarak algılanmaya mahkûmdur.
Kaynak: Yeni Şafak