Geçtiğimiz günlerde düzenlenen büyükelçiler konferansı kapsamında Mardin'de gerçekleştirilen bir programda Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu şöyle demişti: "Birileri oraya sınır çizdi diye bu sınırların kalıcı olacağını kimse düşünmesin." Bakanın kastettiği özelde Türkiye-Suriye sınırı, genelde ise Ortadoğu'daki sınırlar. 
 
Ulus-devletler çağında bir Dışişleri Bakanı'nın ülkesel sınırları sorgular tarzda konuşması biraz garip. Zaten Davutoğlu da bu cümlenin arkasından tabii ki sınırlara saygı gösteririz demiş. Konuşmasından sınırların toplumlar arası tecride ve kapanmaya yol açmaması ve geçişken olması gerektiğini kastettiği çok açık. Yine aynı sınırlar bahsinde AB'nin de değinmesi de bunun göstergesi. Davutoğlu yerden göğe kadar haklıdır. Çünkü ne coğrafik olarak ne de demografik olarak kalıcı sınırlar yoktur. Sınırları çizenler insanlardır. Bu sınırları çizerken birtakım doğa şekilleri (dağ, ırmak, orman.. vs. gibi) kullanılabilir, ya da sınırlar siyasi ve iradi faktörlerle oluşabilir. Lakin bu da onları kalıcı yapmaz. Çünkü demografik dağılım tarihseldir ve tarih içinde değişir. Aynı şekilde coğrafik dağılımın da mutlak kalıcı olduğunu söyleyemeyiz.

modern ulus-devletlerin icadı

Şüphesiz kendi bireysel alanı konusunda hassas olan ve kendini tanımlamak durumunda olan insan teki değişik sınırlar çizer. Lakin bireysel sınırların toplumsal hale dönüşmesi ve bunun da ülkesel ya da coğrafik olarak tanımlanıp belli grupların tekeline tahsis edilerek o gruba ait olmayan bireylerin söz konusu "ülke" veya coğrafya alanından dışlanması kadim devirlerden beri olan bir şey değildir. Günümüzde algıladığımız kesin hatlarla ayrılmış ülkesel sınırlar tamamen modern ulus-devletle ortaya çıkan bir durumdur ve coğrafik veya demografik unsurlardan ziyade siyasi unsurlar ve güç mücadelesi sonucu oluşmuş sınırlardır. Antakya'dan Reyhanlı'ya doğru giderken gördüğünüz Türkiye-Suriye sınırının ya da Arpaçay'da çizilen Türkiye-Ermenistan sınırının beşeri/demografik ve tabii/coğrafik bir açıklamasını yapmanız mümkün değildir. Sınırların yatay hatlarla ayrılması ve dikey geçişlerin olmadığı bir "ülke"nin tanımlayıcı bir unsur olması tamamen modern ulus-devletin icadıdır ve önceki siyasi birimlerde bir tanımlayıcı unsur olarak hiçbir şekilde yer almamıştır. Elbette her siyasi birimin bir hâkimiyet alanı iddiası olmuştur. Lakin ulus-devlet öncesi hâkimiyet alanı ülkesel değil beşeridir ve beşeri tabiiyetle tanımlanır, ülkesel sınırlarla değil. Ülkesel sınırların hâkimiyet alanının tanımlayıcısı olması ulus devlete has bir durumdur ve günümüzde de gittikçe sorgulanmakta ve aşınmaktadır.

Ulus-devlet öncesi siyasi birimlerden küçük ölçekli olan beylik, emirlik ve prenslik gibi ünitelerde coğrafya tanımlayıcı değil işlevsel bir özelliktir ve kesin hatlarla dışlayıcılığa sahip değildir. Aksine dikey ve yatay geçişkenliğe sahiptir. İmparatorluklar gibi büyük ölçekli siyasi yapılarda ise kesin hatlarla belirlenmiş bir ülke söz konusu olamaz, çünkü imparatorluklar kendilerini cihanşümul (bütün yerküreyi kapsayan) olarak görürler. Bunun en tipik ifadesini Kanuni Sultan Süleyman'ın zamanın Fransa Kralı'nın yardım talebine cevabi mektubunun başlangıç kısmında bulabiliriz. Mektupta Kanuni kendisini şöyle tanıtır:

"Ben ki, Şark ve Garb sultanlarının sultanı, Romalılar, Persler ve Arapların hükmettikleri memleketlerin bahtiyar hâkimi, hilkat cengâveri, yeryüzünün ve zamanın müdafii, Akdeniz'in ve Karadeniz'in, yüce Kâbe ve şanlı Medine ve asil Kudüs'ün, Mısır tahtının ve Yemen, Aden ve Sana, Bağdat ve Basra ve Lahsa ve Taysafun eyaletlerinin, Cezayir ve Azerbaycan memleketlerinin, Kıpçak ve Tatar diyarlarının, Kürdistan, Luristan ve bütün Rumeli, Anadolu ve Karaman, Eflak ve Boğdan ve Macaristan vilayetlerinin ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân'ım."

Bu mektupta Kanuni kendisinin hükmettiği ülkeleri ve halkları bir bir saymakta ve bir noktadan sonra saymayı bırakarak "ve daha nice memleketlerin" demektedir. Çünkü sayılamaz, çünkü aslında Kanuni bütün yerküreye hâkimdir. İmparatorlukların bütün yerküreye fiilen değilse bile hukuken ve potansiyel olarak hükmettikleri düşüncesi sadece Osmanlı'ya özgü değildir. Geçmişin Roma, Çin, Pers ve Moğol imparatorlukları da aynı iddiaya sahiptirler. Moğol hükümdarı Timuçin, Han olunca, yani en yüce idareci -imparator- olunca, Cengiz Han adını alır. Cengiz Moğolcada denizler anlamına gelince, Cengiz Han denizler imparatoru yani cihan imparatoru anlamına gelir. Çin imparatorları cihan hâkimiyeti iddiasını ondokuzuncu yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir. Çin imparatorunun 1793'te İngiliz Kralı'nın elçisi Lord Macartney'yi kabul töreni ve Kral'a yazdığı mektup bunu açıkça ifade eder. Öyle ki, tonu ve anlamı itibariyle Çin İmparatoru'nun İngiliz Kralı'na yazdığı mektup Kanuni'nin Fransa Kralı'na 250 yıl önce yazdığı mektupla neredeyse aynıdır. Özetle, modern ulus devletler öncesinde, hâkimiyet alanının tanımlayıcısı olan, kesin hatlarla ayrılmış ülkesel sınırlar yoktur. İmparatorluklar için yoktur, çünkü onlar bütün yerküre üzerinde hâkimiyet iddiasındadırlar. Diğerleri için yoktur, çünkü onlar için tanımlayıcı unsur ülkesel sınırlar değil beşeri tabiiyet ve sadakattir. Şüphesiz demografik dağılıma, coğrafi özelliklere ve idari gerekliliklere göre gerek harici gerekse dâhili sınırlar oluşturulmuştur. Lakin bu sınırlar kesin hatlarla ayrışmamış ve geçişkendirler.
 
osmanlı'nın çizdiği sınırlarda neden sorun yaşanmamış?

Modern ulus devletin oluşturduğu sınırlar sadece kesin yatay hatlarla ayrışmakla kalmamış, çoğu yerde coğrafik ve demografik dağılımı gözetmemiştir. Ortadoğu ve Afrika bunun en çok hissedildiği bölgedir. Bunun içindir ki günümüzde bile sınırlar ihtilaf ve çatışma unsuru olmaya devam etmiştir. Ortadoğu'daki sınırların Avrupalı sömürgeci (mandater) devletlerce tamamen keyfi ve masa başında çizildiği hep söylenegelmiştir. Davutoğlu'nun atıfta bulunduğu sınır çizen "birileri" bunlar olsa gerek. Aslında bu argüman pek de yanlış değildir. Avrupalılar Ortadoğu'da Osmanlı sonrası oluşumları çizerken kendi siyasi çıkarlarını ve güç dağılımını esas almışlardır ve bu da günümüze kadar süren çatışmaların kaynağını oluşturur. Aslında Avrupalılardan önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da idari sınırlar Osmanlılar tarafından oluşturulmuştu. Tarihi bir inceleme bize şunu göstermektedir: Osmanlı idari sınırları coğrafi ve beşeri olarak mahalli faktörlere uygundur ve onun içindir ki zamanında ciddi sorunlara da yol açmamış, bölgede uzun bir barış dönemini yaşatmıştır. Avrupalıların Osmanlı'nın idari sınırlarına dokunmadığı bölgelerde de sonrasında ciddi sorunlar oluşmamıştır. Mesela Kuzey Afrika'daki ülkesel sınırlar Osmanlı idari sınırlarına uygun olduğundan ciddi bir sorun çıkmamıştır. Sorun büyük ölçüde Fransızların Büyük Sahra'yı Cezayir lehine paylaştırması ile çıkar. Hâlbuki Osmanlılar Sahra'yı herkese ait ya da hiç kimsenin olan bir alan olarak bırakmışlardı. Aynı şekilde, İngilizlerin Filistin'i bölmesi ve Irak ulus-devletinin Osmanlı'nın üçlü eyalet sistemini ve Irak'ın Osmanlı döneminden gelen harici sınırlarını ihlal etmesi hem Filistin'deki hem de Irak ve çevresindeki hâlâ süren çatışmaların nedenidir. Yine, Fransızların Osmanlı'nın Cebel-i Lübnan'ından bir büyük Lübnan oluşturması bu bölgedeki krizleri yaratmıştır. Sürpriz bir şekilde Osmanlı idari sınırlarının gözetildiği Mısır ve Arap Yarımadası gibi yerlerde ciddi bir sorun yaşanmamıştır. Özetle bu tahlilden iki sonuç çıkarabiliriz: Eğer illaki sınırlar olacaksa, ilk olarak bu sınırlar kesinlikle dışlayıcı olmamalıdır. İkinci olarak, sınırlar coğrafi ve beşeri dağılıma uygun olmalıdır. 
 
Prof. Dr. A. Nuri Yurdusev

Kaynak: Zaman